Emevî Manipülasyonu

GİRİŞ: 13.06.2024 14:00      GÜNCELLEME: 13.06.2024 14:00
Rasthaber -  Güncel tabirle fikir, düşünce ve inanç sapmaları hususunda "eksen kayması" veya "fay hattı kırılması" metaforu kullanılmaktadır. Âdem aleyhisselâmdan son peygamber Muhammed Mustafa'ya (s.a.a) kadar gelmiş olan dinlerin kutsal sayfa ve kitapları tahrifata uğradı. Zaten bağışı bol olan Yüce Rabbimiz her dejenere olan dinin akabinde elçileri vasıtasıyla yeni bir din, yeni bir yasalar/kurallar manzumesi göndermiş. En son gelen din, en son gelen Kûr'ân hakkında insanlar endişeye kapılınca Rabbimiz şu ayet ile teminat veriyor: "Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyacak olan da yine biziz." (Hicr: 9) Kûr'ân-ı Kerim kıyamete kadar gelecek insanlığa bir hüccet olarak gönderilmiş "son kitap" olması hasebiyle korunması da reel olarak zarurettir. Ki insanların din hususunda mazeretleri olmasın!

Ancak Yüce Rabbimiz insanların imânları ve dini yaşayışları konusunda teminat vermiyor. Evet peygamberler ve Ehl-i Beyt imâmları (âyetle sabit olduğu üzere) mutahharlık sıfatına sahipler ve aynı zamanda kesbî ilmin yanı sıra Allah tarafından bahşedilmiş vehbî ilim sahibidirler. Ancak bu iki sınıfın dışındaki insanlar imân ve amel konusunda kesbî ilmin donanımı ile muhataptırlar. Her Müslüman "ilm-i hâl" bilgisine sahip olmalı ve o minvâl üzere hayatını idame ettirmeli. İlâhî sorumluluğun muhatabı olan insan özgür iradesi ile tercih etmiş olduğu bu yolda Allah Teâlâ'nın rızasına uygun bir hayat yaşamalı ki sapan ve saptırmak isteyenler ona zarar ver(e)mesin!

"Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru yolda (sırat-ı müstakim üzere) gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi Allah size bildirecektir." (Mâide: 105) Ayette görüldüğü üzere Müslümanlar sorumluluklarını yerine getirmesi koşulu ile Rabbimiz taahhütte bulunup teminat veriyor. Örneğin yine Hûd Sûresi 112 ve 113'ncü ayetlerinde şöyle bir ikazda bulunuyor: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur." Bir başka ayet-i kerimede ise Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum ancak buna karşılık sizden Ehl-i Beyt'ime meveddet göstermenizi istiyorum." (Şûrâ: 23) Şimdi sormuş olalım: Bu ümmet Ehl-i Beyt'e sevgi ve ihtiram gösterip sahip mi çıktı, yoksa Ehl-i Beyt'i mahcûr bırakıp zalimlere mi meyletti, zalimlere mi itaat etti? Bir "oldu-bitti" ile işbaşına geçen liyakatsiz kişiler Şam havzasında Emevîlere zemin hazırlamış oldu. Oysa "tûleka" olanlara, (Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyenlere) siyasî yetki verilmemesini Allah Resulü ısrarla tembih etmişti. Ömer bin Hattab tarafından Şam'a vâli atanan Ebu Süfyan oğlu Muâviye kısa süre içerisinde sadece Suriye topraklarının gelirlerine değil, Irak, Ürdün, Lübnan ve Filistin topraklarına da tebelleş olmuş ve bu havzada özerk bir yönetim oluşturmuştu. Yaptırmış olduğu saraylarda lüks ve şaşaalı yaşamın Hattaboğlu Ömer'e şikayet ettiklerinde, "Bırakın onunla uğraşmayı, o Arapların kisrası olmanın derdinde!" diyerek olayı geçiştirmişti. Oysa Hattaboğlu Ömer otoritesi ile temayüz etmiş kişidir. Başka bölgelerin vâlileri kendisine şikayet edildiğinde derhâl azledermiş. Nedense birçok şikayete rağmen ona dokunmamış ve aksine kayırmış. Kuafeoğlu Ebu Bekir'in yaptığı katliama rağmen Halid Bin Velid'i kayırması gibi. Üçüncü Halife Osman Bin Affan'ın dönemine gelindiğinde ise Muâviye merkezi hükümetle bağını tamamen koparmıştı. Nasıl olsa Osman Bin Affan akrabasıydı! Ebu Zer Muâviye'ye, "Eğer bu sarayı beyt'ül maldan aldığın paralarla yaptırdıysan haram işlemişsin, yok eğer kendi paranla yaptırdıysan israf etmişsin" diyerek eleştiriyor. Eleştiriye tahammül edemeyen Muâviye Ebu Zer'i Osman Bin Affan'a şikâyet ediyor. Halife Osman, "Onu bana gönder" diyerek Ebu Zer'i Medine'ye getirtiyor. Çıplak deve üzerinde günlerce süren yolculuktan sonra yorgun argın bir şekilde Medine'ye varan Ebu Zer, burada Halife Osman tarafından azarlanıp tartaklanarak Rebeze çölüne sürgün gönderiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, Muâviye'yi tek bir sahabe eleştirmişti, o da üçüncü Halife Osman tarafından Rebeze çölüne gönderilmişti. Muâviye ise güçlendikçe şirretleşiyor ve merkezî hükümetten bağımsız hareket etmeye başlıyor. Kısacası meydanı boş bulunca Hattaboğlu'nun ifadesiyle Arabın kisrası olmanın yolunda fütursuzca ilerliyor. Öte yandan üçüncü Halife Osman'ın gayr-i adil uygulamalarından dolayı Mısır'dan gelen genç isyancılara birlikte Medine halkından da yoğun katılımlar sonucu büyük bir isyan baş göstermişti. Üçüncü Halife Osman'ın evi muhasara altına alınmış ve bu durum günlerce sürmüştü. İmâm Ali'nin halkı sakinleştirme çabaları bir ara iyi sonuç vermiş fakat Mervan bin Hakem'in entrikaları isyan ateşini yeniden fitillemişti. Sonuçta Osman Bin Affan asîler tarafından katledilmişti. İşin garip tarafı isyan yeni başladığında Halife Osman Muâviye mektup yazarak yardım talebinde bulunuyor. Muâviye bu yardım talebine cevap vermiyor ve tabiri caizse pusuya yatıyor. Çünkü niyeti başka! Nitekim Muâviye Osman'ın kanını bahane ederek İslâm Devleti'nin başına henüz yeni geçmiş olan İmâm Ali'ye hesap sormaya başlıyor ve katillerin tespit edilip kendisine teslim edilmesi talebinde bulunuyor. Oysa İmâm Ali işbaşına geçer geçmez haksız bir şekilde vâlilik makamına oturtulmuş olan Muâviye'yi azlediyor. Muâviye ise vâlilik makamını terk etmediği gibi (içerisinde Hıristiyan gençlerin de olduğu) eşkiya sürüsünden oluşturduğu bir ordu ile merkezi hükümetle ve bu hükümetin başındaki İmâm Ali ile savaşmak için Kufe'ye doğru yola çıkıyor. İmâm Ali bu durumu haber alınca ordusu ile birlikte isyancıları karşılamak için Şam tarafına doğru hareket ediyor. İki ordu Sıffin denilen bölgede karşılaşıyor. Bir tarafta İslâm Devleti'nin resmi ordusu. Diğer tarafta bağilerden oluşan eşkıya sürüsü. İmâm Ali kan akmaması için Muâviye'ye elçiler gönderiyor. Bazı rivayetlerde elçiler vasıtası ile bir sonuç alınamayınca İmâm Ali bizzat Muâviye'nin yanına giderek onu sulhe davet ediyor. Muâviye bütün teklifleri geri çevirince İmâm Ali teke tek çarpışmayı teklif ediyor. Muâviye buna da yanaşmıyor. Sonuç olarak iki ordu çarpışmaya başlıyor. Muâviye'nin başlatmış olduğu savaş üç buçuk ay sürüyor ve bu süre içerisinde on binlerce sahabe ölüyor. Muâviye iktidar olma uğruna on binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiş oldu.

Muâviye'nin ordusu tam yenileceği esnada Amr Bin As'ın şeytanî plânıyla, "Aramızda Kûr'ân hakem olsun diyerek, mızrakların uçlarına Kûr'ân sayfaları taktırıyor. İmâm Ali her ne kadar, "Bu bir hiledir, hak söz ile batıl murad edilmektedir! Kûr'ân-ı Nâtık (konuşan Kûr'ân) benim" demiş olsa da ordusunda dağılmalar oluyor. Hatta bu kopmalar sonucunda Haricîler adında bir fırka meydana geliyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Allah'a itaat edin, Resulü itaat edin ve sizden olan emir sahibine itaat edin." (Nisâ:59) İtaat edilmedi ve iki ordu geri çekilmiş oldu. İmâm Ali Muâviye'nin ileride bu ümmetin başına ne gaileler açmak istediğini tahmin ettiği için Ramazan ayını fırsat bilip büyük bir seferberlik başlatıyor. İmâm Ali, böylesi bir hazırlık içerisindeyken 18 Ramazan'da suikasta uğruyor ve 21 Ramazan'da şehadete kavuşuyor. Bunu fırsat bilen Muâviye kısa bir süre içerisinde kendi nüfus alanı olan bölgelerden asker toplayıp büyük bir ordu hazırlıyor ve Kufe'ye doğru yola çıkıyor. İmâm Hasan bu gelişmeden haberdar olduğu için o da seferberlik ilân ediyor. Fakat Muâviye İmâm Hasan'ın ordusundan bazı komutanları satın aldığı için askerî kapasite bir türlü istenen seviyeye gelmiyor. Muâviye ise Sıffin'deki ordusunun üç-dört misli çoklukla Kufe önlerine dayanıyor. Böyle bir durumda iki seçenek kalıyor: Ya eldeki üç-beş bin askerle son nefere kadar savaşılacak veya Kufe halkını topyekûn bir katliamdan kurtarmak için sulh yolunu tercih edilecek. İmâm Hasan büyük bir basiret örneği sergileyerek sulh yolunu seçiyor...

Muâviye iktidara geçtiğinde Kufe mescidinde yapmış olduğu ilk konuşmasında, "İmâm Hasan ile yapmış olduğumuz mütareke maddelerinin hepsi ayaklarımın altındadır" diyor. Sıffîn katilinden ancak bu beklenirdi. Kendisinden sonra vilaht ilân etmeyeceğine dair anlaşmaya imza atmasına rağmen oğlu Yezid'i veliaht ilân etmenin hesabını yaparken İmâm Hasan engelini de bertaraf etmenin şeytanlığını düşünüyordu. Nitekim sonunda çareyi İmâm Hasan'ı zehirletmekte buluyor.

Bu hunharlığın akabinde oğlunu veliaht ilân ediyor. Bu sefer İmâm Hüseyin aklına geliyor ve oğluna İmâm Hüseyin'in katledilmesine yönelik birtakım nasihatlerde bulunuyor.

Sonuçta İmâm Hüseyin ve 72 yâreni Kerbelâ çölünde lime lime doğranıyor.

Hatırlayalım, Sevgili Peygamberimiz "tûleka" (Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyene) siyasî yetki verilmemesini ısrarla tembih etmişti. Dinlemediler. Sonuç böyle oldu. Sakife'de başlayan eksen kayması ilerleyen zaman içerisinde evrilerek dünyanın en şerir insanlarının Müslümanların başına geçmesine sebebiyet verildi.

Olması gereken bu değildi. Müslümanlar Kûr'ân-ı Natık'ları mahcûr bıraktığı gibi Kûr'ân'ın hükümlerinden de yüz çevirir olmuşlardı.

Rabbimiz buyuruyor ki: "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsızlık vardır. Kıyamet günü ise onları kör olarak haşredeceğim." (Tâ-Hâ:124)

İslâm ümmetinin o günden bu yana gerçek manada iki yakası bir araya gelmedi. Yani Kûr'ân'ın ön gördüğü gerçek uygarlık ve medeniyete ulaşılamadı.

Ümmetin bugünkü hâli pür melâli ortada!

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz Medine'de kurmuş olduğu İslâm Devleti ile insanlara mükemmel bir medeniyet projesinin algoritmasını, yani yeni bir uygarlığın yol haritasını sunmuş ve hukukun üstünlüğü prensibini esas alarak İslâm'ı müesses nizam hâline getirip en adilane bir şekilde pıratize etmişti.

Ancak ne yazık ki, Allah Resulü ahirete irtihâl etmesiyle birlikte başlayan eksen kaymaları ve fay hattı kırılmaları ile kısa sürede insanların din anlayışlarında değişimler de baş göstermiş oldu. İslâm'ın özüne mugayir alınan kararlar ve yine İslâm'ın özüne tezat teşkil eden uygulamalar İslâm gömleğinin ters yüz olmasına neden oldu.

İnsanlar İslâm'a kendilerini isnad ediyorlar ama Allah Resûlü'nün tebliğ ettiği din bu din, bu İslâm değildi. Adeta iki din, iki İslâm ortaya çıkmıştı. Biri zalimlere buğz etmeyi, zalimlerden beri olmayı emrediyor, diğeri ise zalimlere itaat etmeyi, zalimlere boyun eğmeyi emrediyordu.

Meselenin acı tarafı ise ikisinin de isminin insanlar tarafından "İslâm" olarak anılıyor olmasıydı.

Hiç kuşkusuz zalimlere itaati salık veren İslâm (!) Emevîlerin manipülasyonları ile ortaya çıkmış bir dindi.

Ömer bin Abdülaziz Cuma hutbelerinde 85 yıl boyunca sürüp gelen Ehl-i Beyt'e lânet okuma geleneğini kaldırınca insanların bir kısmı, "acaba lânet okunmadan kılınan namazlar kabul olur mu?" diyerek tereddüte düşüyorlar. Yani insanlar öylesine manipüle edilmişler ki, İmâm Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e lânet okunmasını namazın bir rüknü olarak görüyorlarmış!

İmam Ali´nin "Kûr'ân-ı Natık" (Konuşan Kû'rân) olduğunu anlamayan harici kafası, yazılı metin olan Kûr'ân´ı da hiç anlayamadı. Halbuki Allah Resulü, ümmetini uyarmıştı: "Size iki emanet bırakıyorum, bunların ilki Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im."

Bu meşhur hadis Emevîler tarafından tahrifata uğratılıp, "Ehl-i Beyt'im" ifadesi yerine "sünnetim" ibaresi konmuş. Oysa "sünnetim" ibaresi Ehl-i Beyt'i de kapsamaktadır. Ama Emevîlerin Ehl-i Beyt'e olan düşmanlığı bu gerçeğin inkârını beraberinde getirmiş. Bugün bir kesim sözde hocaefendi bu Hadis-i Şerif'i gündeme getirdiğinde ısrarla "sünnetim" ibaresini kullanmaktadır. Ne yazık ki bu şekilede Ehl-i Beyt hakikatinin üstünü örtmeye çalışmış olmaktadırlar.

Oysa bu hadisin ister sünnetim ister Ehl-i Beyt'im rivayetini ele alalım fark etmez, mesaj aynıdır. Çünkü Resulün sünneti Ehl-i Beyt'inden ayrı değildir. Bu Hadis-i Şerif yazılı Kû'rân´ın yaşayan Kûr'ân'larla anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir...

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM