Ancak Yüce Rabbimiz insanların imânları ve dini yaşayışları
konusunda teminat vermiyor. Evet peygamberler ve Ehl-i Beyt imâmları (âyetle
sabit olduğu üzere) mutahharlık sıfatına sahipler ve aynı zamanda kesbî ilmin yanı
sıra Allah tarafından bahşedilmiş vehbî ilim sahibidirler. Ancak bu iki sınıfın
dışındaki insanlar imân ve amel konusunda kesbî ilmin donanımı ile
muhataptırlar. Her Müslüman "ilm-i hâl" bilgisine sahip olmalı ve o
minvâl üzere hayatını idame ettirmeli. İlâhî sorumluluğun muhatabı olan insan
özgür iradesi ile tercih etmiş olduğu bu yolda Allah Teâlâ'nın rızasına uygun
bir hayat yaşamalı ki sapan ve saptırmak isteyenler ona zarar ver(e)mesin!
"Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat
edin. Siz doğru yolda (sırat-ı müstakim üzere) gittiğiniz takdirde yanlış yola
sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz
her şeyi Allah size bildirecektir." (Mâide: 105) Ayette görüldüğü üzere
Müslümanlar sorumluluklarını yerine getirmesi koşulu ile Rabbimiz taahhütte
bulunup teminat veriyor. Örneğin yine Hûd Sûresi 112 ve 113'ncü ayetlerinde
şöyle bir ikazda bulunuyor: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime
meyletme yoksa sana da ateş dokunur." Bir başka ayet-i kerimede ise
Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden
bir ücret istemiyorum ancak buna karşılık sizden Ehl-i Beyt'ime meveddet
göstermenizi istiyorum." (Şûrâ: 23) Şimdi sormuş olalım: Bu ümmet Ehl-i
Beyt'e sevgi ve ihtiram gösterip sahip mi çıktı, yoksa Ehl-i Beyt'i mahcûr
bırakıp zalimlere mi meyletti, zalimlere mi itaat etti? Bir
"oldu-bitti" ile işbaşına geçen liyakatsiz kişiler Şam havzasında Emevîlere
zemin hazırlamış oldu. Oysa "tûleka" olanlara, (Mekke'nin fethinden
sonra Müslüman olduğunu söyleyenlere) siyasî yetki verilmemesini Allah Resulü
ısrarla tembih etmişti. Ömer bin Hattab tarafından Şam'a vâli atanan Ebu Süfyan
oğlu Muâviye kısa süre içerisinde sadece Suriye topraklarının gelirlerine
değil, Irak, Ürdün, Lübnan ve Filistin topraklarına da tebelleş olmuş ve bu
havzada özerk bir yönetim oluşturmuştu. Yaptırmış olduğu saraylarda lüks ve
şaşaalı yaşamın Hattaboğlu Ömer'e şikayet ettiklerinde, "Bırakın onunla
uğraşmayı, o Arapların kisrası olmanın derdinde!" diyerek olayı
geçiştirmişti. Oysa Hattaboğlu Ömer otoritesi ile temayüz etmiş kişidir. Başka
bölgelerin vâlileri kendisine şikayet edildiğinde derhâl azledermiş. Nedense
birçok şikayete rağmen ona dokunmamış ve aksine kayırmış. Kuafeoğlu Ebu
Bekir'in yaptığı katliama rağmen Halid Bin Velid'i kayırması gibi. Üçüncü
Halife Osman Bin Affan'ın dönemine gelindiğinde ise Muâviye merkezi hükümetle
bağını tamamen koparmıştı. Nasıl olsa Osman Bin Affan akrabasıydı! Ebu Zer Muâviye'ye,
"Eğer bu sarayı beyt'ül maldan aldığın paralarla yaptırdıysan haram
işlemişsin, yok eğer kendi paranla yaptırdıysan israf etmişsin" diyerek
eleştiriyor. Eleştiriye tahammül edemeyen Muâviye Ebu Zer'i Osman Bin Affan'a
şikâyet ediyor. Halife Osman, "Onu bana gönder" diyerek Ebu Zer'i
Medine'ye getirtiyor. Çıplak deve üzerinde günlerce süren yolculuktan sonra
yorgun argın bir şekilde Medine'ye varan Ebu Zer, burada Halife Osman
tarafından azarlanıp tartaklanarak Rebeze çölüne sürgün gönderiliyor. Öyle
anlaşılıyor ki, Muâviye'yi tek bir sahabe eleştirmişti, o da üçüncü Halife
Osman tarafından Rebeze çölüne gönderilmişti. Muâviye ise güçlendikçe
şirretleşiyor ve merkezî hükümetten bağımsız hareket etmeye başlıyor. Kısacası
meydanı boş bulunca Hattaboğlu'nun ifadesiyle Arabın kisrası olmanın yolunda
fütursuzca ilerliyor. Öte yandan üçüncü Halife Osman'ın gayr-i adil
uygulamalarından dolayı Mısır'dan gelen genç isyancılara birlikte Medine
halkından da yoğun katılımlar sonucu büyük bir isyan baş göstermişti. Üçüncü
Halife Osman'ın evi muhasara altına alınmış ve bu durum günlerce sürmüştü. İmâm
Ali'nin halkı sakinleştirme çabaları bir ara iyi sonuç vermiş fakat Mervan bin
Hakem'in entrikaları isyan ateşini yeniden fitillemişti. Sonuçta Osman Bin
Affan asîler tarafından katledilmişti. İşin garip tarafı isyan yeni
başladığında Halife Osman Muâviye mektup yazarak yardım talebinde bulunuyor.
Muâviye bu yardım talebine cevap vermiyor ve tabiri caizse pusuya yatıyor.
Çünkü niyeti başka! Nitekim Muâviye Osman'ın kanını bahane ederek İslâm
Devleti'nin başına henüz yeni geçmiş olan İmâm Ali'ye hesap sormaya başlıyor ve
katillerin tespit edilip kendisine teslim edilmesi talebinde bulunuyor. Oysa
İmâm Ali işbaşına geçer geçmez haksız bir şekilde vâlilik makamına oturtulmuş
olan Muâviye'yi azlediyor. Muâviye ise vâlilik makamını terk etmediği gibi
(içerisinde Hıristiyan gençlerin de olduğu) eşkiya sürüsünden oluşturduğu bir
ordu ile merkezi hükümetle ve bu hükümetin başındaki İmâm Ali ile savaşmak için
Kufe'ye doğru yola çıkıyor. İmâm Ali bu durumu haber alınca ordusu ile birlikte
isyancıları karşılamak için Şam tarafına doğru hareket ediyor. İki ordu Sıffin
denilen bölgede karşılaşıyor. Bir tarafta İslâm Devleti'nin resmi ordusu. Diğer
tarafta bağilerden oluşan eşkıya sürüsü. İmâm Ali kan akmaması için Muâviye'ye
elçiler gönderiyor. Bazı rivayetlerde elçiler vasıtası ile bir sonuç
alınamayınca İmâm Ali bizzat Muâviye'nin yanına giderek onu sulhe davet ediyor.
Muâviye bütün teklifleri geri çevirince İmâm Ali teke tek çarpışmayı teklif
ediyor. Muâviye buna da yanaşmıyor. Sonuç olarak iki ordu çarpışmaya başlıyor.
Muâviye'nin başlatmış olduğu savaş üç buçuk ay sürüyor ve bu süre içerisinde on
binlerce sahabe ölüyor. Muâviye iktidar olma uğruna on binlerce insanın ölümüne
sebebiyet vermiş oldu.
Muâviye'nin ordusu tam yenileceği esnada Amr Bin As'ın
şeytanî plânıyla, "Aramızda Kûr'ân hakem olsun diyerek, mızrakların
uçlarına Kûr'ân sayfaları taktırıyor. İmâm Ali her ne kadar, "Bu bir
hiledir, hak söz ile batıl murad edilmektedir! Kûr'ân-ı Nâtık (konuşan Kûr'ân)
benim" demiş olsa da ordusunda dağılmalar oluyor. Hatta bu kopmalar
sonucunda Haricîler adında bir fırka meydana geliyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Allah'a itaat edin, Resulü itaat edin ve sizden olan emir sahibine itaat
edin." (Nisâ:59) İtaat edilmedi ve iki ordu geri çekilmiş oldu. İmâm Ali
Muâviye'nin ileride bu ümmetin başına ne gaileler açmak istediğini tahmin
ettiği için Ramazan ayını fırsat bilip büyük bir seferberlik başlatıyor. İmâm
Ali, böylesi bir hazırlık içerisindeyken 18 Ramazan'da suikasta uğruyor ve 21
Ramazan'da şehadete kavuşuyor. Bunu fırsat bilen Muâviye kısa bir süre içerisinde
kendi nüfus alanı olan bölgelerden asker toplayıp büyük bir ordu hazırlıyor ve
Kufe'ye doğru yola çıkıyor. İmâm Hasan bu gelişmeden haberdar olduğu için o da
seferberlik ilân ediyor. Fakat Muâviye İmâm Hasan'ın ordusundan bazı
komutanları satın aldığı için askerî kapasite bir türlü istenen seviyeye
gelmiyor. Muâviye ise Sıffin'deki ordusunun üç-dört misli çoklukla Kufe
önlerine dayanıyor. Böyle bir durumda iki seçenek kalıyor: Ya eldeki üç-beş bin
askerle son nefere kadar savaşılacak veya Kufe halkını topyekûn bir katliamdan
kurtarmak için sulh yolunu tercih edilecek. İmâm Hasan büyük bir basiret örneği
sergileyerek sulh yolunu seçiyor...
Muâviye iktidara geçtiğinde Kufe mescidinde yapmış olduğu
ilk konuşmasında, "İmâm Hasan ile yapmış olduğumuz mütareke maddelerinin
hepsi ayaklarımın altındadır" diyor. Sıffîn katilinden ancak bu
beklenirdi. Kendisinden sonra vilaht ilân etmeyeceğine dair anlaşmaya imza
atmasına rağmen oğlu Yezid'i veliaht ilân etmenin hesabını yaparken İmâm Hasan
engelini de bertaraf etmenin şeytanlığını düşünüyordu. Nitekim sonunda çareyi
İmâm Hasan'ı zehirletmekte buluyor.
Bu hunharlığın akabinde oğlunu veliaht ilân ediyor. Bu sefer
İmâm Hüseyin aklına geliyor ve oğluna İmâm Hüseyin'in katledilmesine yönelik birtakım
nasihatlerde bulunuyor.
Sonuçta İmâm Hüseyin ve 72 yâreni Kerbelâ çölünde lime lime
doğranıyor.
Hatırlayalım, Sevgili Peygamberimiz "tûleka"
(Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyene) siyasî yetki
verilmemesini ısrarla tembih etmişti. Dinlemediler. Sonuç böyle oldu. Sakife'de
başlayan eksen kayması ilerleyen zaman içerisinde evrilerek dünyanın en şerir
insanlarının Müslümanların başına geçmesine sebebiyet verildi.
Olması gereken bu değildi. Müslümanlar Kûr'ân-ı Natık'ları
mahcûr bıraktığı gibi Kûr'ân'ın hükümlerinden de yüz çevirir olmuşlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki: "Benim zikrimden yüz çevirenlere
yeryüzünde istikrarsızlık vardır. Kıyamet günü ise onları kör olarak
haşredeceğim." (Tâ-Hâ:124)
İslâm ümmetinin o günden bu yana gerçek manada iki yakası
bir araya gelmedi. Yani Kûr'ân'ın ön gördüğü gerçek uygarlık ve medeniyete
ulaşılamadı.
Ümmetin bugünkü hâli pür melâli ortada!
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz
Medine'de kurmuş olduğu İslâm Devleti ile insanlara mükemmel bir medeniyet
projesinin algoritmasını, yani yeni bir uygarlığın yol haritasını sunmuş ve
hukukun üstünlüğü prensibini esas alarak İslâm'ı müesses nizam hâline getirip
en adilane bir şekilde pıratize etmişti.
Ancak ne yazık ki, Allah Resulü ahirete irtihâl etmesiyle
birlikte başlayan eksen kaymaları ve fay hattı kırılmaları ile kısa sürede
insanların din anlayışlarında değişimler de baş göstermiş oldu. İslâm'ın özüne
mugayir alınan kararlar ve yine İslâm'ın özüne tezat teşkil eden uygulamalar
İslâm gömleğinin ters yüz olmasına neden oldu.
İnsanlar İslâm'a kendilerini isnad ediyorlar ama Allah
Resûlü'nün tebliğ ettiği din bu din, bu İslâm değildi. Adeta iki din, iki İslâm
ortaya çıkmıştı. Biri zalimlere buğz etmeyi, zalimlerden beri olmayı emrediyor,
diğeri ise zalimlere itaat etmeyi, zalimlere boyun eğmeyi emrediyordu.
Meselenin acı tarafı ise ikisinin de isminin insanlar
tarafından "İslâm" olarak anılıyor olmasıydı.
Hiç kuşkusuz zalimlere itaati salık veren İslâm (!)
Emevîlerin manipülasyonları ile ortaya çıkmış bir dindi.
Ömer bin Abdülaziz Cuma hutbelerinde 85 yıl boyunca sürüp
gelen Ehl-i Beyt'e lânet okuma geleneğini kaldırınca insanların bir kısmı,
"acaba lânet okunmadan kılınan namazlar kabul olur mu?" diyerek
tereddüte düşüyorlar. Yani insanlar öylesine manipüle edilmişler ki, İmâm
Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e lânet okunmasını namazın bir rüknü olarak görüyorlarmış!
İmam Ali´nin "Kûr'ân-ı Natık" (Konuşan Kû'rân)
olduğunu anlamayan harici kafası, yazılı metin olan Kûr'ân´ı da hiç anlayamadı.
Halbuki Allah Resulü, ümmetini uyarmıştı: "Size iki emanet bırakıyorum,
bunların ilki Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile
benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im."
Bu meşhur hadis Emevîler tarafından tahrifata uğratılıp,
"Ehl-i Beyt'im" ifadesi yerine "sünnetim" ibaresi konmuş.
Oysa "sünnetim" ibaresi Ehl-i Beyt'i de kapsamaktadır. Ama Emevîlerin
Ehl-i Beyt'e olan düşmanlığı bu gerçeğin inkârını beraberinde getirmiş. Bugün
bir kesim sözde hocaefendi bu Hadis-i Şerif'i gündeme getirdiğinde ısrarla
"sünnetim" ibaresini kullanmaktadır. Ne yazık ki bu şekilede Ehl-i
Beyt hakikatinin üstünü örtmeye çalışmış olmaktadırlar.
Oysa bu hadisin ister sünnetim ister Ehl-i Beyt'im
rivayetini ele alalım fark etmez, mesaj aynıdır. Çünkü Resulün sünneti Ehl-i
Beyt'inden ayrı değildir. Bu Hadis-i Şerif yazılı Kû'rân´ın yaşayan
Kûr'ân'larla anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir...