Yûsuf Pûrcem, “Silahın Gücü mü, Gücün Silahı mı?” başlıklı
yazısında, İnkılap Rehberi’nin savaş düşüncesini yeniden ele alarak şunları
yazdı: Yüzeysel bir bakışla savaş, korkunç ve dehşet verici bir olaydır;
barışın bozulması, düzenin çöküşü, ölüm, yıkım ve göç anlamına gelir. Ancak
İnkılap Rehberi’nin düşünce sisteminde savaş, sadece trajik bir olay ya da ani
bir tehdit değildir. Onun rehberliği boyunca defalarca açıklandığı gibi, savaş
bir medeniyet sahasıdır; milletlerin hakikatinin, iman derecesinin ve anlamlı
gücün tezahür ettiği bir zemindir.
Bu düşünce yapısı, savaşı klasik Batılı kurallarla (güç
dengesi, zorlayıcı diplomasi veya salt ulusal çıkarlar) değil; hak ve batıl
arasındaki tarihsel çatışma, ümmetin hareket seyri ve insanın ilahi göreviyle
olan ilişkisi üzerinden ele alır. Bu perspektifte birlik, güç, güvenlik ve
hatta barış kavramları bambaşka anlamlar kazanır.
Birlik: Manevi Bir Silah
Bu sistemde ulusal birlik, stratejik ve caydırıcı bir silah
olarak kabul edilir; cephaneliklere depolanmaz, ancak “milleti” “direniş
ümmeti”ne dönüştürebilecek toplumsal-manevi bir güçtür. Rehber, defalarca
belirtmiştir ki, dayatılan savaştan çıkışta en büyük sermaye, halkın
dayanışmasıydı; askeri üstünlük değil. Düşman bizim silahımızdan değil, iman ve
milli azmin birleşiminden korkmaktadır.
Bu anlayışta birlik, duygusal veya slogan düzeyinde değil;
milli güç üretiminin stratejik bir bileşenidir. Savaşların zihinsel ve
psikolojik zeminde başladığı bir dünyada, toplumsal bütünlük ve kamu güveni,
içeriden çöküşe karşı en etkili savunmadır.
Uygun Ulusal Tepki: Savaşı Fırsata Dönüştürmek
Tehdit anında asıl soru barışı nasıl koruyacağımız değil;
milleti savunmadan zihinsel, medeniyet kurucu ve moral saldırı konumuna nasıl
geçireceğimizdir. Rehber’e göre savaş hali bir imtihandır: elitlerin tedbiri,
halkın imanı, yapısal verimlilik ve düşman tanıma yetimiz test edilir.
Bu ulusal tepki üç temel üzerine kurulmalıdır:
Rehber’in düşüncesine göre uygun tepki, tehdidi meşruiyet,
birlik ve milli kimliğin yeniden tanımı için fırsata çevirmektir. Tıpkı kutsal
savunma sürecinde olduğu gibi, İran milleti teslim olmadı; aksine, İslam
İnkılabı tarihindeki yerini sağlamlaştırdı.
Silahın Gücü mü, Gücün Silahı mı?
Rehber, “silaha sahip olmak” ile “güce sahip olmak” arasında
fark görmektedir. İrade, iman, meşruiyet ve meşru savunma mantığı yoksa,
silahın gücü sadece boş bir kabuktan ibarettir. Buna karşılık halk inandığında,
anladığında, birleştiğinde ve hazır olduğunda, donanım eksikliği bile zaferin
önünde engel değildir.
Askeri güç ancak güçlü ve meşru bir siyasi mantıkla iç içe
geçtiğinde caydırıcı olur. İşte bu noktada “milli güç” kavramı doğar: savunma
gücü, siyasi bağımsızlık, halk meşruiyeti, kültürel özgüven ve ilahi
rehberliğin birleşimidir. Bu güç, hem savaşı önler hem de olursa anlam
düzeyinde mağlubiyeti imkânsız kılar.
Barış ve Savaş Güç Mantığında
Batı’nın resmi literatüründe barış müzakere ve pazarlık
ürünüdür. Rehber’in anlayışında ise gerçek barış, ancak karşı taraf yenildiğini
veya yetersiz kaldığını hissettiğinde ortaya çıkar. Güçsüz barış, dayatılmış,
çürük ve geçici bir barıştır. Rehber defalarca, kalıcı barışın ön koşulunun
savaşa hazırlıklı olmak olduğunu vurgulamıştır.
Bu nedenle, “aktif caydırıcılık” kavramını öne çıkarır. Bu,
savaş başlatmak değil; her türlü saldırıya karşı kararlı, hızlı ve ezici yanıt
verecek irade ve güce sahip olmaktır. Bu anlayış, savaşı maliyetli, barışı ise
akılcı hale getirir.
Cihadın Biçimleri: Cepheden Fazlası
Savaş sadece silahların çatışması değildir; bir cihat
alanıdır. Rehber’in düşüncesinde cihat çok boyutludur:
Bu sistemde zafer yalnızca askeri sahada değil; anlatı gücü,
birlik, halkın feraseti ve kültürel direnişle de ölçülür. Savaş, cihadı
canlandırma ve halkların insanlık düzeyini yeniden bulma fırsatıdır.
Güvenlik Satın Alınmaz, İnşa Edilir
Rehber’in düşüncesinde en temel kavramlardan biri “içsel
güvenliktir.” Güvenlik ne müzakere masasında, ne gelişmiş silah alımıyla, ne de
yabancı güçlere dayanarak sağlanır. Güvenlik, halk, iman ve yerli kapasiteye
dayalı içsel güçle elde edilir.
Bu anlayışta güvenlik bağımlılığı doğrudan güvensizliktir;
çünkü düşman, güvenliği baskı ve taviz aracı yapar. Ancak güvenliği kendi
üretebilen milletler bağımsız ve saygın kalabilir.
İran: Küresel Düzenin İsyan Merkezi
İslam İnkılabı bugün sadece bir ülke değil; dünya
düzenindeki tahakküme başkaldırının simgesidir. Rehber, Batı’nın dünyayı
“birinci, ikinci ve üçüncü dünya” şeklinde bölmesinin ardında medeniyetçi
üstünlük ve diğer halkların marjinalleştirilmesi olduğunu vurgulamaktadır.
Bugünün İran’ı, geri kalmışlık söyleminin ötesine geçerek,
kendisini yeni bir küresel denklemde merkez konumuna getirmiştir. Bu üçlü
bölünme asla kabul edilmemeli, aksine, direniş, örneklik ve oyun kuruculuk
yoluyla bozulmalıdır. Bu bağlamda savaş, artık yalnızca askeri çatışma değil;
tahakküm mantığıyla hesaplaşmanın sahasıdır.
İranlı İnsan’ın Tarihe Dönüşü
Rehber’in savaş anlayışı nihayetinde yeni bir İranlı insanın
doğuşunu hedefler: artık kandırılan, aşağılanan ya da edilgen değil; oyun
kuran, izzetli, inançlı ve dünyanın kaderinde etkili bir insan.
Eğer Kaçar döneminde İranlı, yenilginin simgesiydi; Pehlevi
döneminde taklit ve bağımlılığın, İslam Cumhuriyeti döneminde ise direniş,
etkinlik ve medeniyetin simgesidir. Bu dönüş, savaşlardan anlatı mücadelelerine
kadar zorlu alanlardan geçerek mümkün olmuştur.
Rehber’in Sisteminde Savaş: Son Değil, Eşik
Sonuç olarak, bu düşünce sisteminde savaş bir son değil;
milletlerin gelişiminin yeni bir aşamasına geçiş eşiğidir. Bu bakış, ne savaş
yanlısı ne de safça barışçı; aksine gerçekçi, ilahi eksenli ve izzete
odaklıdır. Savaş, doğru anlaşılır ve yönetilirse, ümmet inşası, medeniyet
kuruculuğu ve küresel uyanış için bir fırsattır. Bu meydanda kazanan millet,
askeri cephede değil; anlama, iman ve anlatı cephesinde zafer kazanmış olandır.