Son zamanlarda, önde gelen tarihçi Ayetullah Hamenei tarafından Masum İmamlar'ın (aleyhimüsselam) tarihine dair yapılan yeni ve analitik bir yorum, çeşitli çevrelerde büyük şaşkınlıklara, tartışmalara, analizlere ve pek çok soruya yol açmıştır. Ancak bu konulardaki çoğu değerlendirmede açıkça görülen şey, İmam Hamanei'nin açıklamalarıyla ilgili olarak ortaya çıkan veri, temel, analiz ya da sonuç düzeyindeki çelişkilerdir ve bu da anlamanın doğru bir şekilde gerçekleşmesini engellemiştir.
İmam Hamanei’nin bu açıklamalarını analiz etmeden önce muhatapların
zihinlerinin bu tür tarihî analizlerin labirentinde kaybolmaması için
donatılması gereken çok önemli bir nokta var ki, İslam felsefe tarihi biliminde
topluma ve tarihe hakim olan “ilâhî sünnet veya ilâhî kanunlar”
diye adlandırılan unsurdur.
Bu, İbn Haldun, Farabi, Allame
Tabatabai, Ayetullah Hamanei, Şehid Mutahhari, Allame Misbah, Şehid Sadr gibi
önde gelen İslam düşünürlerinin de tarihi ve sosyolojik analizlerinde özel
olarak üzerinde durdukları bir konudur.
İlahi sünnet, Allah-u
Teâlâ tarafından koyulmuş, toplum ve insanlık tarihini düzenleyen yasalar
anlamına gelir. Bu, tıpkı bireysel boyuttaki insan hareketinin belirli yasalara
tabi olması ve “şans ve rastlantı” olmaması gibi, bir toplumdaki
makro-toplumsal ve tarihsel hareketlerin de belirli yasalara tabi olması ve
rastlantısal olmaması anlamına gelir.
Eylem ve tepkileri tarihsel ve
toplumsal bağlamda analiz ederken buna dikkat etmezsek gerçeklikten
kilometrelerce uzak seküler analizlere ve sonuçlara varırız. Bu kanunları elde
etmenin en önemli kaynağı Allah’ın kanunlar kitabı olan Kur’an-ı Kerim’dir.
Bir diğer nokta da toplumun ve
tarihin İlahi sünnet ve ilahi kanunlarında üç önemli özelliğin var
olmasıdır ve bunlar:
1-Her zaman içindir.
2-Her mekan içindir.
3-Bütün insanları kapsar.
Kısaca İlahi sünnet olarak sıralanabilecek şeyler şunlardır:
1-İrade: Toplumlarda ve bireylerde
İlahi sünnettin en önemli unsuru ve ilkesi insan iradesidir.
Kur’an’da zikredilen en önemli noktalardan biri de kolektif iradedir. Kur’an-ı
Kerim’e göre insan, kaderinden, mutluluğundan veya felaketinden, iradesinden,
kararlarından ve eylemlerinden esas itibariyle kendisi sorumludur. Bu bazen
bireysel boyutta ortaya çıkar, bazı durumlarda ise toplumsal boyutta kendini
gösterir. (Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların
durumunu değiştirmez/Rad:11)
2-İmtihan: İmtihan ve sınav, İlahi
sünnettin önemli bir diğer ilkesidir. Hiçbir birey veya insan
topluluğu ilahi imtihandan muaf değildir ve temelde insan iradesi imtihan
olduğu yerde anlam bulur. Bunun sebebi, insanın büyümesi ve mutluluğunu veya
mutsuzluğunu kendi eliyle belirlemesi gerçeğidir ki, bu hem bireysel hem de
toplumsal boyutta geçerlidir.
3- Vazife: İlahi sünnette bir diğer önemli prensip ise fert ve toplumun başına gelen musibet ve
davranışların vazife niteliğinde olmasıdır. Bu, insanın hedefine doğru
ilerleyebilmesi için davranışlarının Allah’ın koyduğu yapılması ve yapılmaması
gerekenler etrafında şekillenmesi gerektiği anlamına gelir.
İlahi sünnette başka
önemli unsurlar da vardır ki, bunların ayrıntılarına ayrı bir yazıda yer vermek
gerekir. Şimdi bu üç ekseni aklımızda tutarak İmam Hamanei’nin tarihi
açıklamalarını analiz etmeye geçeceğiz.
İmam Hamanei, İmam Sadık (a.s)
dönemiyle ilgili analizinde, İmamların kıyam edip, zamanlarının düşmanıyla
giriştikleri mücadeleden sonra iktidara geldiklerine dair rivayetlere
değinmiştir.
Dolayısıyla İmam Hamanei, İmam
Sadık’ın (a.s.) tarihini bu açıdan okuyarak, olaya toplumsal ve siyasal bir
bakış açısıyla bakmıştır.
Kur’an’a göre İslam toplumu üç
ayrı unsurdan oluşmaktadır:
1-İmam (Yönetici)
2-Ümmet (İmam’ın takipçileri)
3-Düşman (Kafirlerden münafıklara
kadar İmam’a (a.s) karşı çıkan akımlar)
Birinci rivayet Ebu Hamza
Somali’dendir; Allah-u Teâlâ, İmamların (a.s) 70 yılında iktidara gelmesini
takdir etmiştir ve bu husus da ilahi bir kader meselesidir, kesinleşmiş bir
kaza değildir.
Muhatapların zihninde soru
oluşturan şey, Allah’ın takdirinin neden bu kadar çok değiştiği ya da deyim
yerindeyse bir değişime uğradığıdır? Bu kadar önemli bir şeyin ortaya çıkması
ve değişmesi bir tesadüf müdür ve başka bir değişle bu Allah’ın iradesi midir,
yoksa sebeplerin ve etkenlerin bir sonucu mudur? Eğer durum ikincisi ise, bu
nedenler ve etkenler nelerdir ve bu tür olayların önlenmesi mümkün müdür?
Gerçek nedir?
Gerçek şu ki İmam Hasan (a.s)
Emevilerin benimsediği barış taktikleriyle onların yok olmasına zemin
hazırlamıştı. Bu nedenle itirazda bulunan bir kişiye cevaben şöyle buyurdu:
“Bilmiyorum, belki bu (cezanın gecikmesi) sizin için bir imtihan ya da bir
başarı (imkanı) olacaktır” Bu demektir ki bizimle zalim arasındaki barış kalıcı
değil, geçicidir (siz bunu taktik olarak okuyun).
İmam (a.s) bu barışla Muaviye’yi
geride bırakarak Yezid’in önemli ve tarihî konumuna ulaşmayı ve meseleyi İmam
Hüseyin (a.s) vasıtasıyla sonuca bağlamayı amaçlıyordu. Çünkü Yezid, bütün
Müslümanların, özellikle Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr gibi seçkin
Müslümanların, hakimiyet kurmaya yetkili olmadığına inandıkları birisiydi.
Bu nedenle Yezid, bunların
hepsinden tehdit hissediyordu ve hükümetinin onlarla karşı karşıya geleceğini
görüyordu. Bu o kadar açıktı ki, Muaviye vasiyetinde bu konuyu açıkça kendisine
ve çevresindekilere söylemişti. Müslümanlar, özellikle Kufeliler bu meselenin
gayet iyi farkındaydılar ve dolayısıyla böyle bir rezaletin altına girmeye hiç
niyetleri yoktu. İşte bu yüzden toplumsal kaderlerini bu yönde değiştirme
yolunda ilk adımı attılar.
Kufelilerin toplumsal kaderini
değiştiren ilk olay, toplumsal iradenin kendi kaderini değiştirmesiydi; bu da
Yezid’in iktidara gelmesiyle gerçekleşti. Bu nedenle Yezid’e karşı siyasi
iktidar kurmanın zeminini hazırlamaya karar verdiler. Bu konu o kadar önemliydi
ki, Muaviye’nin vasiyetine ve kendisinden sonra Yezid döneminde Kufe toplumunun
toplumsal analizine yansıdı.
Bu nedenle Kufe toplumu, ilk
aşamada, liderlerin icmaı ve halkın hazırlığı sonrasında, İslam yönetimi için
önerilen en önemli unsur olan İmam Hüseyin’e (a.s.) önemli bir mektup
göndererek ona biat etti ve Kufe’de siyasi yönetim kurmaya davet etti.
Dolayısıyla Kufe Şiileri bu aşamada imtihan, vazife ve irade olmak üzere üç
unsuru başarıyla geçtiler.
Bu yolda ikinci adım, İmam
Hüseyin’in (a.s) Kufe kapsamında İslamî bir yönetim kurma ve denetleme
yönündeki davete icabet etmesidir. Şii fıkhında bu, imam veya onun vekiline
düşen bir görev, ve diğer bir tabirle elin uzanması veya siyasi iktidarın
kurulmasının temelinin olması durumunda bir nevi vazifedir ve terk edilmesi ise
haram olarak kabul edilir.
İmam Hüseyin (a.s) bunun üzerine
halkın davetini kabul etti ve bu konuda hazırlık yapmak üzere temsilcisini Kufe’ye
kadar onların yanına gönderdi ve kendisi de onlara doğru hareket etti.
Dolayısıyla masum İmam (a.s.) bu aşamada da imtihan, irade ve vazife olmak
üzere üç unsuru başarıyla tamamladı ve elbette aşağıda açıklanacağı üzere masum
İmam (a.s.) bu aşamaların her birinde hiçbir eksik veya hata yapmadan en güzel
iradeyi, kararı ve vazifeyi gerçekleştirmiştir.
İmam 61 yılında Kufe’ye doğru
hareket ediyor ve Kufeliler ilk başta bu şartlar altında görevlerini yerine
getiriyorlar. Oysa İslam toplumunda mevcut olan üçüncü unsur, yani Kur’an’da
esasen en önemli imtihan ve imtihan unsuru olarak kabul edilen düşman, bu iki
iradenin gerçekleşmesine engel oluyor. Böylece İmam’ın (a.s.) ve Kufe
Şiilerinin imtihanının bir sonraki aşaması başlıyor. İmam (a.s) bu imtihanda
iradesine bağlı kalıyor, yoluna devam ediyor ve görevini yerine getiriyor.
Fakat ikinci unsur olan ümmet yolun ortasında, zorluk, fitne ve bela karşısında
iradesinden yüz çevirip vazifesini yerine getirmiyor ve önce İmam’ın (a.s)
vekilini sonra da İmam’ı (a.s) düşman karşısında yalnız bırakıyor, böylece
kendi kaderini değiştiriyor.
Bir çok mezhebi kişiyi bile
şaşırtan ve cevabı Ebû Hamza’nın rivayetinin anlamını belirleyen önemli bir
soru şudur: “Kur’an’da bildirilen şeriat ve ilahi sünnete göre
Kerbela olayı yaşanmasa ve İmam (a.s.)Kufe’ye gitmese olamaz mıydı?
Bu sorunun cevabı, evettir. Eğer
Şiiler, bu kararlarına karşı direnseler ve bunun için gerekli araçları
hazırlasalardı, örneğin Müslim’e yardım edip, İbn Mercan ile Kufe’de
savaşsalardı (bazıları şehit olsa bile) ve onu ortadan kaldırsalardı, Kufe’de
İmam’ın (a.s) gelişi için zemin hazırlanmış olurdu ve İbn Mercan ve Ömer Saad Kerbela çölüne asla
varamazdı.
Dolayısıyla tarihi hesaplamalara
göre İmam (a.s.) Hicri 61 yılında Kerbela’ya girdi ve orada şehit edildi ve
Şiilerin İbn Mercan ve beraberindekilere karşı Kufe’ye veya yakınlarına
girerek direniş gösterdiği ve nihayetinde 9 yıl kadar mücadeleyi sürdürerek (bu
arada bazı bedeller de ödedi) toplumda Şii idaresini ve masum imamet anlayışını
tesis ettiği Şii ayaklanmasında öncü rol üstlendi.
Dolayısıyla başlangıçtaki yol ve
karar aynen devam etseydi, tarihi analizlere göre, hakimiyet 70 yılında
gerçekleşecek, levh-i mahfuzda yazanlar dışarıda da gerçekleşecekti. Ancak
Allah-u Teâlâ öğrencilerinin ders çalışma
tarzından onların dönem sonu notunu bilen bir öğretmen gibi Kufelilerin de
kararının devam edip etmeyeceğini biliyordu ve İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının
zahiri yenilgisini ve şehadetini kaydetmişti ve bu hususu da biliyordu. Ancak
İmam’ın (a.s) bu hususu bilmesi onu vazifesinden vazgeçirip harama sürüklemedi.
Çünkü bu onun ismetine ve masumluğuna aykırıdır.
İmam rivayetin devamında şöyle
buyuruyor: “Şii’ler, İmam Hüseyin’e (a.s.) karşı vazifelerinde ve sosyal
imtihanda başarısız olduktan sonra, Şii iktidarının geleceğini saptırdılar ve
nankörlüklerinin etkilerini böyle bir nimete kattılar. İlahi sünnete göre de
(inkar ederseniz şiddetli bir azaba uğrarsınız) üzerlerine ilahi azap inmiş ve
bu mesele 140 yılına kadar ertelenmiştir. Çünkü altyapısı bakımından Şii
cemaati parçalanmış durumdadır (İmam Hüseyin’den (a.s) sonra üç kişi hariç
insanlar mürted olmuştur) ve İmam Zeynel Abidin ile İmam Bakır (a.s) bu iki
alanı yeniden inşa etmekle görevlendirilmiştir.
Bu durum İmam Sadık (a.s.)
zamanına kadar, onun ve İmam Kazım (a.s.) için zemin hazırlanıncaya kadar devam
etti. Ancak bu mesele siyasi ve güvenlik açısından gizli tutulduğu için, özel
Şiiler ve sırdaşların bu meseleyi korumaya ve açığa çıkmasını engellemeye
çalışmaları gerekiyordu. Ancak bir kez daha sorumsuzlukları yüzünden bu mesele
ortaya çıktı, yöneticiler bundan haberdar oldular ve İmam’ı (a.s), özel Şiileri
ve sahabeyi tutuklayıp hayatlarına kastetmeyi planladılar ve bu plan da
başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu iki olayda ve İmam Ali’nin
(a.s) sadece kırk kişinin yardımıyla İslam yönetimini asli yoluna döndürmek
için harekete geçmesi ve bu sayıdaki Şii’nin kendisine yardım etmeyi reddetmesi
gibi diğer tarihi olaylarda da görüldüğü gibi, Şii hareketinin bir kısmının
zayıflığı olarak ortaya çıkan şey, İmam’ın (a.s) iradesine karşı görev ve
sorumluluğu yerine getirmeme ve bu konuda sebat etmeme, durumun farkında olmama
ve olayları, özellikle İmam’ın toplumsal davranışlarını doğru analiz etmeme vb.
olmuştur.
Değinilmesi gereken önemli bir
nokta şu ki; bahsedilen bu durumların her birinde, nimete nankörlükten dolayı
cezalandırılmaya ek olarak adlandırılabilecek bir sonraki gelenek (sünnet) de
istibdal sünnetidir.
(Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki,
Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler.
(Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir
lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla
bilendir.(Maide:54)
İlâhî sünnette istibdal, Allah-u
Teâlâ’nın hiçbir toplulukla kardeşlik ahdi yapmaması ve hiçbirine açık çek
vermemesi anlamına gelir. Dolayısıyla Müslüman toplum yapısının İmam’a (a.s)
(zamanın koruyucusu ve yöneticisi) karşı görev ve sorumluluklarını yerine
getirmediği, hak yolunda sebattan vazgeçtiği, meseleler hakkında zamanında
tahlil, hareket ve hamle yapmadığı her toplumsal imtihanda, Allah-u Teâlâ o
topluluğu iki şekilde, tabîî veya gayri tabîî (azap gibi) ortadan kaldıracak ve
sonunda yeryüzünde Allah’ın vadettiği hükümeti kurmak üzere, hiçbir zorluk ve
sıkıntı karşısında sebatından vazgeçmeyecek seçilmiş ve sebatkâr bir topluluğu
getirecektir.
Yukarıdaki ayetin altındaki
tefsirlerde görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.a) ve İmam Sadık (a.s.) Selman-ı
Farisi’nin Fars halkını bu sevilen ve vaat edilen halk olarak tanıtmışlardır.
Bu müjdeler Fars halkı arasında gurur ve gaflete neden olmamalıdır. Zira ilahi
sünnette önemli olan irade, eylem, sabır ve sebattır ve ilahi sünnet sözlüğünde
sloganların yeri yoktur.
Yukarıdaki açıklamalarla, zalim ve
müstekbir hareketine karşı direniş hareketinin yaratılması ve sürdürülmesinin
felsefesi daha iyi anlaşılmaktadır.
Yukarıda bahsedilen konuları
dikkate alarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin mevcut durumunun, iktidar ve halkın
önemli kararlar, irade, uygulama, sürdürme ve sebat etme alanındaki
hatalarının, sadece belirli bir zaman ve mekanda İslam ve Müslümanların
egemenliğine zarar vermekle kalmayıp, aynı zamanda tarihi ve medeniyet
perspektifinden bakıldığında tarihte bir sapmaya neden olacağı ve özellikle
Batı medeniyetiyle mücadele ve karşı karşıya gelme konusunda, İslam toplumunun
tüm dünyadaki sorunlarını daha önce hiç olmadığı kadar karmaşık hale getireceği
ve bunun önümüzdeki 14 asır boyunca çözülemeyeceği söylenebilir.
Muhammed Rıza Dehgan/farsnews