Günümüzde kitle iletişim araçları aktif birer yalan fabrikasına
dönüşmüş durumda. Bu fabrikalarda üretilen her türden yalan, teknolojinin tüm
imkânları kullanılarak dünyanın dört bir yanına taşınıyor ve insanlığın üzerine
boca ediliyor. Tüm bir kapitalizm kendisini bu şekilde ayakta tutuyor.
Bu uğurda; basın-yayın kuruluşları, tartışma programları,
akademik yayınlar, köşe yazıları, haber kanalları; hep bir ağızdan yığınların
kulağına efsunlu yalanlar fısıldıyor. Fısıltıyla açılan bu yalan musluğu, bir
süre sonra gümbürdeyerek akan bir propaganda seline dönüyor ve nihayetinde,
sıradan insan bu selin akıntısına karşı koyamayarak sürükleniyor.
Yığınları sürükleyerek onların rızasını almış egemenler;
çocukların üzerine bombalar yağdırılabiliyor, istediğine savaş açabiliyor,
sivilleri öldürebiliyor, kentleri yerle yeksan ediyor, paşa gönlünce “özgürlük
savaşçısı” ya da “diktatör” etiketi dağıtabiliyor.
Kimin “mazlum” kimin “zalim” olduğu, egemenlerin keyfince
belirleniyor. Propaganda bombardımanı altındaki insanlık, adeta fareli köyden
yükselen kavalın esrarına kapılmış biçimde tek yöne doğru hareket ediyor.
İnsanları bu yolla mankurtlaştırdıktan sonra ise büyük yıkımları, “özgürlük ve
demokrasi” adı altında istedikleri ülkelere taşıyorlar.
Yakın zamanda Suriye’ye özgürlük ve demokrasiyi, geçmişi
şiddetle örülmüş cihatçılarla götürdüler. Böylesine aleni bir anomaliyi
gizlemek kolay olmasa gerek ki, tekrardan yalan fabrikaları devreye sokuldu.
Cihatçılar artık “terörist” değil, “özgürlük savaşçısı” olarak servis
edilmeliydi. Böylece düğmeye basıldı ve pr çalışmaları başladı.
Başı açık, modern kadın “haberciler” bölgede boy
göstermeliydi. Cihatçıların, kendileri gibi olmayana ne kadar saygılı oldukları
kanıtlanacaktı. Bunun için Şam’a gidip şirinlikler yapan, cihatçıları güzelleyen
haberciler devreye sokuldu. Ezcümle, bacası sürekli tüten yalan fabrikaları; bu
defa da Suriye’de kime “terörist”, kime “kahraman” diyeceğimizi belirliyordu.
Batı bu sayede bir kez daha köpeksiz köyde değneksiz dolaşacaktı.
Pr tüm hızıyla devam ediyordu. Dünün “teröristi”, şimdinin
“özgürlük savaşçısı” olmuştu. Berber koltuğundan yeni kalkmış, traşlı HTŞ
liderleri CNN’de ağırlanıyor, kadın sunucu onu bir özgürlük savunucusu gibi
takdim ediyordu. Tuhaf bir gerçeklik orta yerdeydi; vatan-millet edebiyatını 11
Eylül saldırıları üzerine kurmuş olan ABD, bu saldırıyı gerçekleştirenlerin
Suriye’deki iktidarını alkışlıyordu.
Tüm bu süreçte cihatçıların en güçlü sloganı ise
“Hristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” şeklindeydi. HTŞ lideri, daha önce
yaptığı açıklamada, “iktidarımızda Hristiyanlara ve Alevilere yaşam hakkı
tanınmayacaktır” diyordu. Elbette hedefi, kendi ifadeleriyle “Alevilerin mezara
girmesi” olan bir iktidarın işbaşı yapabilmesi, sadece bu cihatçıların
“melekleştirilmesi”yle mümkün değildi. Madem “Aleviler mezara girecek”ti, o
halde Alevilerin de şeytanlaştırılması gerekiyordu.
İlk olarak Esad yönetiminin ne kadar zalim olduğu
kanıtlanmalıydı. Bu başarıldıktan sonra ise zalimlikleriyle nam salmış bu
yönetimin bir “Alevi diktatörlüğü” olduğu yalanına başvurdular. Madem Esad
yönetimi Alevi iktidarıydı, o halde mevcut Aleviler Esad artığı sayılmalıydı.
Esad artıkları ise yok edilmeliydi.
Bunun için harekete geçildi. Senaryolar, arşivlerden çıkan
alakasız videolar, görseller, mizansenle hazırlanmış setler, -bir prodüksiyon
şirketi olan- Beyaz Baretlilerin yaptıklarını aratmıyordu. Eski iktidarın
zulmünü kanıtlamak için Vietnam Savaş Müzesi’nden alınmış, (ayaklarından ahşap
yatağa prangalanmış) bal mumu replikanın görselini bile kullandılar. Yapay
zekâya hazırlatılmış onlarca video, “Esad zindanları” etiketiyle milyonlarca
insana ulaştırıldı.
Böylelikle, bu fabrikaların bacasından yayılan dumanı
soluyan hemen herkes zehirlendi. Sonunda Esad’ın tüm icraatları, üzerine on
eklenerek planlı şekilde Alevilerin hanesine yazıldı.
Suriye’de Ortaçağa yakışır bir geleceğin kapısı açılmıştı
artık. Elinde terlikle heykel döven Ortadoğulu görüntüsü, yıllar sonra
Suriye’den dünyaya yayıldı. Üzerine Esad posteri asılmış eşeğe işkence yapan
kalabalığı, talan ve yağma görüntüleri takip edecekti. Akabinde bu histerik hal
mezar ve kilise yıkmaya kadar ilerledi. Sonraki adım ise çok bariz şekilde
katliamı işaret ediyordu. Tüm bunlar, Alevileri bekleyen büyük katliamların
habercisiydi adeta.
Yerel ve uluslararası kamuoyu ise, Colani ve ekibinin modern
dünyaya entegre olduğunu ve ortaçağdan kalma katliamların yaşanmayacağını ileri
sürüyordu. Oysa “siyasal İslamın” temel kodlarını ve esas eğilimini bilen,
tarihsel serüvenine az çok şahit olmuş herkes, yaşanacak katliamların
farkındaydı. “Siyasal İslamın” ana düsturu kendileri gibi olmayana yaşam hakkı
tanımamaktı. Buldukları her imkanda bu ana düstur için çabalayacaklardı.
Nitekim geçtiğimiz hafta tüm dünyanın gözleri önünde, video
kayıtları ve şehvet çığlıkları eşliğinde Suriye kıyılarında binlerce Alevi
katledildi. Afrika’nın kuzeyinden, Kafkasya’dan, Asya içlerinden çıkıp gelmiş
bir takım adamlar, hiç tanımadıkları insanların evlerine girdiler, aileleri
paramparça ettiler, kadınları alıkoyup; yaşlı, çocuk, hasta ayrımı gözetmeden
binlerce insanı sokaklarda havlamaya zorladılar, onları en olmadık işkencelerle
öldürdüler. İnsanlığın belleğine yine onulmaz yaralar açtılar.
Tüm bu vahşet için hazır gerekçeleri vardı; “Esad artıkları”
yok ediliyordu. Bu argüman tılsımlı bir değnek dokunmuş gibi, yaptıkları tüm
vahşeti meşrulaştırıyordu. Böylesi bir meşruiyet kurgusu içerisinde,
cihatçıların baş düşman olarak belirlediği Alevileri, -bu katliamları da aşan-
topyekûn bir soykırıma uğratması (AB’nin ve Batı’nın görmezden gelişiyle
tekrardan) an meselesi. Çünkü "bir kere olmuş olan, her zaman için
mümkündür"/sol