İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık
ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir
yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının
eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve
Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının
haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan
çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin
Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini
topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve
bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün
Savaşı olarak tarihe geçmişti.
Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap
ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır
lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi
sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında
Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve
Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış
bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk
günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı
başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan
cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde
İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada
bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde
sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren
üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri
başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.
Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir
dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın
başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma
siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile
başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve
1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine
dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat
İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke
arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar
gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap
ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.
Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten
yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek
kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar
açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri
devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu
halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi
(2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise
İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.
Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney
Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta
ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de
muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan
güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve
Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti
ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir
köprü vazifesi görür gibiydi.
İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde
Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a
karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla
‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek
yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de
önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç
beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması
oldu.
İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava
harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu
yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da
sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin
kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara
katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.
İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran
içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları
ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri
öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın
etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de
ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken
aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın
giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma
sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen
hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava
kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa
sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar
verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya
ateşkese razı olmuşlardır.
Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze
ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu
yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde
bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49
savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna
karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci
bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama
hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri
tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.
Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri
pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta
başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına
almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü
açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail
topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede
İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun
çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar
sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi
güçlendiriyor.
Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup
olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların
ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte
Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde
davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli
bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile
İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek
fazla iyimserlik olur.
İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı
İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü
vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin
etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin
sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir
veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek
güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.
Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve
Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına,
buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin
geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle
bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı
bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu
savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in
önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve
ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin
çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde
ele alınacağı için şimdilik bu kadar…
Prof. Dr. Hasan Ünal