Altı Gün Savaşı’ndan On İki Gün Savaşı’na

GİRİŞ: 03.07.2025 12:13      GÜNCELLEME: 03.07.2025 12:13
Rasthaber - İran-İsrail çatışmasının/savaşının muhtemelen birinci raundu sona erdi. Karşılıklı hava akınları ve füze salvoları şeklinde geçen bu raundun adı Orta Doğu’nun yakın tarihine On iki Gün Savaşı olarak geçecektir. Geçmişte Altı Gün Savaşı yaşanmış; 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail önce Mısır’a sonraki günlerde de Suriye ve Ürdün’e saldırarak altı günde üç Arap devletini çok ağır bir yenilgiye uğratıp topraklarını dört katına çıkarmıştı.

İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün Savaşı olarak tarihe geçmişti.

Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.

İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA HERHANGİ BİR DEVLET İLE SAVAŞMADI

Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve 1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.

Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi (2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.

Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir köprü vazifesi görür gibiydi.

İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla ‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması oldu.

İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA İLK DEFA BİR DEVLET AKTÖRÜ İLE SAVAŞA TUTUŞTU

İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.

İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya ateşkese razı olmuşlardır.

ON İKİ GÜN SAVAŞI’NIN SONUÇLARI

Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49 savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.

Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi güçlendiriyor.

Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.

İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.

Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına, buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde ele alınacağı için şimdilik bu kadar…

Prof. Dr. Hasan Ünal

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM