Lübnan’ın yakın tarihinin sürekli olarak irade
çatışmalarına, kırılgan koalisyonlara ve dış müdahalelere sahne olduğu bir
dönemde, Hizbullah’ın silahsızlandırılması meselesi bir kez daha medyanın,
uluslararası diplomasinin ve iç siyasi tartışmaların odağına yerleşmiş durumda.
Bu kez konu sadece siyasi ya da güvenlik temelli bir karar değil, Lübnan
egemenliğinin ve bölgesel güvenlik yapısının tamamen yeniden tanımlanması
şeklinde okunmalıdır. Hizbullah’ın silahsızlandırılması devleti güçlendirmek
adına bir adım mı, yoksa Güney Lübnan’ın yeniden işgali için yeşil ışık mı?
Bu konunun ne kadar hassas olduğunu anlamak için 2006 yılı
Temmuz ayındaki 33 Gün Savaşı’na dönmek gerekir. Hizbullah, yerli halk
güçlerinin cesareti ve yerli bilgi birikimiyle İsrail ordusunu durdurmuş ve
bölgesel güvenlik dengelerini altüst etmiştir. Bu zafer yalnızca askeri bir
başarı değil, aynı zamanda Lübnan'ın resmi ve diplomatik yapısının dış
tehditler karşısında yetersiz kaldığının bir göstergesidir. Direnişin varlığı,
jeopolitik boşlukları kapatma konusunda etkin bir rol oynamıştır.
Bu rol daha sonra Suriye, Irak ve Lübnan içindeki aşırılık
yanlısı gruplara karşı mücadelede de defalarca kendini ispatlamıştır. Ancak
2025 yılı itibarıyla kırılgan bir devlet yapısı, iç ve dış yatırımlarda düşüş,
ekonomik istikrarsızlık ve artan diplomatik baskılarla birlikte
silahsızlandırma söylemi, eski ambalajında, fakat yeni hedeflerlele birlikte yine
gündeme gelmiş durumdadır.
Başta Washington ve Paris olmak üzere Batılı medya
organları, "silahların devlet tekeline verilmesi gerektiği" söylemini
makul ve halk dostu bir talep gibi sunmaya çalışıyor. Ancak Lübnan ordusunun ne
lojistik ne de motivasyon açıdan Hizbullah’ın yerine geçebilecek bir alternatif
olmadığı bir durumda bu talep istikrar sağlayabilir mi?
Gerçek şu ki, Lübnan ordusu ciddi bir bütçe krizi ve mezhebi
ayrılıklar yaşamakta ve dış yardımlara aşırı bağımlıdır. Ayrıca ordunun bazı
kesimleri Hizbullah ile uyum içinde çalışmaktadır. Bu yüzden Hizbullah’ın
silahsızlandırılması, ordunun da meşruiyet ve bütünlük krizine sürüklenmesine
neden olabilir.
Son dönemde yaşanan suikastlar ve Güney Lübnan’ın
bombalanması, İsrail’in Hizbullah’ı ortadan kaldırmaya yönelik net bir planı
olduğunu göstermektedir. Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin hedef alınması bu
senaryonun yalnızca bir parçasıdır. Direnişin dağıtılması halinde İsrail, Güney
Lübnan’ı, Bekaa Vadisi’ni ve hatta başkenti yeniden işgal edebilir. Böyle bir
ortamda silahsızlandırma yalnızca taktiki bir karar değil, tam anlamıyla siyasi
intihar olur.
Saddam sonrası Irak, ileriye dönük bir vizyon olmadan
gerçekleştirilen silahsızlandırma projelerinin ne gibi sonuçlara yol
açabileceğinin acı bir örneğidir. Ordu dağıtıldı, halk güçleri tasfiye edildi
ve ortaya IŞİD gibi yapılar çıktı ve ülke fiilen bölündü. Aynı şekilde,
Libya’da da Kaddafi sonrası direniş yapılarının yok edilmesi, ülkeyi yarı askeri
bölgelere bölünmüş bir devlete dönüştürdü. Lübnan gibi karmaşık sosyal yapıya
sahip bir ülke, bu tür senaryoları tekrar kaldırabilecek durumda değildir.
Analizlerde yapılan en büyük hata, direnişin caydırıcı unsur
olarak taşıdığı rolü göz ardı etmektir. Hizbullah, Lübnan'ın ulusal
güvenliğinin gerçek omurgasına dönüşmüştür. Onu devlet kurumlarını güçlendirilmeden
ortadan kaldırmak, ülkeyi güvenlik boşluğuna atmak demektir.
Bu nedenle Batı’nın, İsrail saldırılarının durdurulması
karşılığında Hizbullah’ın silah bırakmasını öngören diplomatik teklifleri,
geçmişteki boş vaatlerin tekrarı olmaktan öteye geçmemektedir. Uygulama
garantisi olmayan hiçbir anlaşma, baskı ortamında sürdürülebilir değildir.
Lübnan’ın çok boyutlu bir çözüme ihtiyacı vardır. Ne
Hizbullah ortadan kalırılmalı ne de ordu zayıflatılmalıdır. Devlet ve direnişin birlikte olduğu bir model, hem caydırıcılığı koruyabilir hem de yapısal
reformların önünü açabilir.
Örneğin, Hizbullah’ın resmi savunma yapısına dahil edilmesi
ya da Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nde yer alması gibi öneriler, siyasi
alanın radikalleşmesini önleyebilir ve diyaloğu teşvik edebilir.
Hizbullah’ın silahsızlandırılması karşılığında sunulan
uluslararası mali yardımlar, büyük ölçüde bir seraptan ibarettir. Geçmiş
deneyimler, bu yardımların ya uygulanmadığını ya da ağır siyasi koşullara
bağlandığını göstermektedir. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Birliği’ne
olan daha büyük bir bağımlılık, Lübnan’ın iç siyasetine ve ekonomisine yönelik
müdahaleleri daha da artıracaktır.
Lübnan’ın ihtiyacı olan şey, şeffaflık temelli, ulusal
sermaye dolaşımını sağlayan ve Batı’ya olan ekonomik bağımlılığı sona erdiren
bir ekonomik yapıdır. Aksi takdirde her yardım, Lübnan siyasetini yabancı
çıkarların boyunduruğuna sokan bir ip haline gelecektir.
Lübnan bugün öyle bir noktada duruyor ki atılacak her adım,
ülkenin kaderini değiştirebilir. Güvenlik ve ekonomi için bütüncül bir plan
olmadan Hizbullah’ın silahsızlandırılması, devleti güçlendirmek bir yana,
ülkenin daha derin bir çöküşe sürüklenmesine yol açacaktır.
Buna karşılık, direniş ve devlet arasında akıllı bir iş
birliğiyle, gerçek reformlarla ve sürdürülebilir kalkınmayla Lübnan yeniden
bağımsız, dirençli ve güvenli bir ülke olabilir.
Sonuç olarak, Lübnan’ın kaderi, diplomatik açıklamalarda değil, güç dengelerinin gerçekçi analizinde, halk tabanlı aktörlerin rolünün tanınmasında ve komşuların acı tecrübelerinden ders çıkarılmasında yatmaktadır. Bu gerçeklikler göz ardı edilerek atılan her adım, tarihi yeniden yazmak değil, tekrar etmektir.
Bölgesel Konular Uzmanı; Fatıma Kavend