Maatteessüf ki, bu âlim müsveddelerinin tesirinde kalan
cahil yığınlar, aynı tekfirci mantıkla sosyal medya üzerinden nifak saçmaya
devam ediyorlar.
Bildiğiniz üzere Emevîlerin en belirgin özelliği Ehl-i Beyt
düşmanı olmalarıydı. Biz bunu Sıffin Savaşı’nda ve Kerbelâ katliamında gördük.
Bu acı gerçeğe rağmen Emevî zalimlerine değil de Ehl-i Beyt muhibbi olanlara
karşı mezhep üzerinden kin ve düşmanlık körüklenmektedir...
İfade etmek istediğimiz o ki, Emevîler tarihe karışalı
aradan bin küsur yıl geçmesine rağmen ekmiş oldukları nifak tohumları
vasıtasıyla etkileri hâlâ sürmektedir. Yüce dinimiz biz İslâm ümmetine birlik
olmamızı emrederken bir takım yobaz cemaat liderleri Allah Teâlâ’nın buyrukları
hilafına müntesiplerine mezhep üzerinden düşmanlık körüklemektedirler. Somut
örnek verecek olursak. İslâm Devrimi vuku bulmadan önce İran halkına ve Şah
Pehlevî rejimine yönelik mezhep üzerinden en ufak bir eleştiri söz konusu değildi.
Komşuluk ilişkilerimiz gayet iyiydi. Ne kimse 500 yıl önce geçmişte yaşanmış
hadiseleri gündeme taşıyıp Şah İsmail’e sövüyordu, ne İran halkının Şiî oluşu
husumet konusu ediliyordu. Türkiye’den Emel Sayın gibi bazı sanatçılar gidip
Tahran’da konser veriyor, oradan Cihangir Gaffari gibi bazı artistler gelip
Yeşilçam’da film çekiyordu. (Cüneyt Arkın bizzat bir TV programında açıkladığı
üzere, 5 yıl İran’da kalıp Fahrettin Cüreklibatur ismi ile filmler çektiğini
söylemişti.) Ayrıca ve özellikle Şah Rıza Pehlevî ailece Türkiye geldiğinde,
gazeteler günlerce bu ziyareti haber konusu yapıp Şah ve ailesine hayranlıklar
dile getirilip methüsenalarda bulunuyordu. Kısacası İslâm Devrimi öncesinde
Türkiye’de Şahlık rejimine ve İran halkının Şiî oluşuna yönelik en ufak bir
mezhep taassubu ve düşmanlık güdülmüyordu. İran o zamanlar tarihî dokusuyla,
kültürel zenginliği ve doğal güzellikleri ile gezip görülmesi gereken şirin bir
ülke idi. Nasıl olduysa bu husumet ve tekfir içerikli söylemler 11 Şubat 1979
tarihinde vuku bulan İslâm Devrimi ile birlikte başladı. Olayı şöyle tahlil
etmek gerekiyor: İslâm Devrimi’nin vuku bulmasıyla birlikte hangi ülkelerin
İran üzerindeki çıkar ve sömürüsü son buldu? Hangi ülkelerin vantuzları
kesildi? Önce buna bakmak lazım. Hiç kuşkusuz İslâm Devrimi ile birlikte başta
büyük şeytan ABD ve Siyonist çete olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerin
sömürü düzeni sonlandırıldı. Hatırlayacak olursak İslâm Devrimi vuku bulur
bulmaz Türkiye’deki Siyonist güdümlü Masonik gazeteler sekiz sütuna manşetler
atarak (koro hâlinde) çeşitli iftira ve tezviratlarla yayın yapmaya başladılar.
Üç gün geçmiyordu ki yalan ve iftira içerikli haberlere ara verilmiş olsun.
“Çağdışı molla rejimi şöyle, ortaçağ molla rejimi böyle” diyerek devrim
liderinin resimleri son derece çirkin bir şekilde karikatürize edilerek baş
sayfalarında yayınlıyorlardı. Bu tür yayınlarla yüce dinimiz İslâm ve Sevgili
Peygamberimiz de dolaylı olarak hedef alınıyordu. Fransa’da yayınlanan Charlie
Hebdo Dergisi’nin benzeri yayınları o dönemde Türkiye’nin en çok satan
gazeteleri yapıyordu. Elbette ki, yapılan bu pespaye yayınlar Türkiye kamuoyuna
yönelik algı operasyonundan başka bir şey değildi. Halkın cahil kesimi
gazetelerde yayınlanan çirkin iftiraların tesirinde kalarak kahvehane köşelerinde
bunun muhabbetini sürdürüyordu. Gün geldi bu muhabbetler camilerin çay
ocaklarına taşındı. Çünkü yukarıda söz konusu ettiğimiz âlim müsveddeleri bu
iftiraları, bu düşmanlığı kürsülerine taşımışlardı. Dolayısıyla cahil halkın
tesir altında kalması kaçınılmaz olmaktadır. Nereden nereye? ABD ve Siyonist
çetenin düşmanlığını anlıyoruz. Onların kuyruk acısı var. Seküler kesimin din
adına neşvünema bulmuş bir devrimi hazzetmemesi de normal. O yıllarda ve
sonrasında uzun süre bu düşmanlıklarını seküler refleks adına, “Türkiye
laiktir, laik kalacak, Türkiye İran olmayacak” türünden sloganlarla dile
getiriyorlardı. Seküler kesimin endişesi (domino etkisi ile) rejimlerinin
yıkılıp yerine dini yasalara dayalı bir yönetimin tesisine ilişkin bir
endişeyi, bir korkuyu yansıtıyordu. Laik kesimin nezdinde eğer Şiî olmak
husumet konusu olsaydı Azerbaycan halkı da Şiî.. Demek oluyor ki, laikler
nezdinde Şiî olmak sorun değil, yeter ki rejim seküler olsun. Bu yüzden “iki
devlet, tek millet” metaforu onlar nezdinde itibar edilen söylem. Oysa İran
halkının nerede ise yarıya yakını Azeri Türk’ü, ayrıca Devrim Lideri Seyyid Ali
Hamanei ile Cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan Türk; peki Azerbaycan için dile
getirilen kardeşlik söylemleri neden İran için dile getirilmiyor? Aksine husumet
ve kin pompalanıyor. Özellikle FETÖ elebaşısı Fethullah Gülen uzun yıllar
boyunca ABD’nin şeytanî projesi adına müntesiplerine İran İslâm Cumhuriyeti’ne
karşı kin ve düşmanlığı körükleyip durmuştu. FETÖ elebaşısı Gülen, “Cennete
giden yol İran’dan geçse ben etraftan dolaşmayı tercih ederim, benim o
Rafizîlere büyük bir antipatim var” deyip duruyordu. Elbette İran İslâm
Cumhuriyeti’ne düşmanlık besleyen sadece FETÖ ve avanesi değildi; çeşitli
tarikat ve cemaatlerden de husumet besleyen bir hayli yobaz grup var. Özellikle
Aksa Tufanı sürecinde Filistin davasına fiîlen sahip çıkan ve Direniş
Cephesi’ni silah/askerî techizatla konsolide edip iki ayrı tarihte işgalci
İsrail’e karşı insansız hava araçları ve uzun menzilli balistik füzelerle
askerî operasyon düzenleyen İran bu çıkışından dolayı ABD ve Siyonist çetenin
hışmını ve tehditlerini bir paratoner gibi üzerine çektiği böylesi bir dönemde
ana akım medyanın ve bir takım cemaat liderlerinin sözlü ve yazılı saldırısına
uğraması ne anlama gelmektedir?! Kendileri Gazze için bir şey yapmadıklarından
dolayı utanç duyup, yardımcı olanları takdir edeceklerine aksine husumet
körüklüyorlar. Elin gâvuru ABD ve Siyonist çetenin hışmı ve tehditkâr
saldırıları bir yönüyle, yani İslâm’a ve mukaddesatımıza düşman olmaları
hasebiyle anlaşılır bir durum. Gâvur düşman düşmanlığını yapıyor. Peki sözüm
ona dinî cemaatlerin düşmanlığı neyin nesi? Bu asla anlaşılır bir durum değil.
Dindar kesimde bu husumetin neşvünema bulması her şeyden önce İslâm akidesine
tezat teşkil etmektedir.
Bakınız dışlanan, ötekileştirilen ve tekfirle itham edilen
Şiî kardeşlerimiz Sünnî kardeşlerimizle aynı kıbleye yöneliyor, aynı Allah’a
secde ediyor, aynı Peygambere, aynı kitaba inanıyor. Bunlar da içkiye, kumara,
domuz etine, faize ve zinaya haram diyor. O hâlde sorun nerede? Şimdi bunlar
namaz kılarken el bağlamıyor diye tekfir mi edilmeli? Oysa Malikîler de el
bağlamıyor. O hâlde bu insanlar hangi gerekçe ve hangi saikle tekfir
ediliyorlar? Oysa insanlar mezhebî farklılıklardan dolayı asla tekfir edilemezler.
Hatta Ebu Hanife buyuruyor ki: “Bir insanda 99 tane küfür alameti görseniz,
buna mukabil o kişide 1 tane iman alameti görseniz ona Müslüman muamelesi
yapınız.” Şu hâlde bu hükmün hilafına nasıl bir taassup sergilenir de Ehl-i
Kıble tekfir edilir? Oysa Ehl-i Sünnet dünyasında en temel prensiptir: “Ehl-i
Kıble tekfir edilemez.”
Rabbimiz ne güzel buyuruyor: “Ancak Müslümanlar kardeştir.”
(Hucurat: 10)
Sevgili Peygamberimiz de ikaz mahiyetinde buyuruyor ki:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş
olamazsınız.” Peki bundan daha ötesi var mı? Hangi cüretle hâlâ Ehl-i Beyt
muhibbi Müslümanlar dışlanır, ötekileştirilir ve hatta tekfir edilir?
Rabbimiz buyuruyor ki: “Hayırda yarışınız.” (Bakara: 148)
Yine bir başka ayet-i kerimede: “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz. İyi olanı tesis eder, kötü olanı bertaraf edersiniz.” (Al-i İmrân:
110)
Gelin şu hâlde Şiî’si ile Sünnî’si ile birlik olup başta
Filistin olmak üzere İslâm coğrafyalarında yaşanan acıların ve zulümlerin
bertaraf edilmesi için, “Kurşunla kaynatılmış duvar gibi” (Saf: 4) kenetlenerek
zalimlere karşı mücadele edelim. Allah Teâlâ birlik olmamızı emrediyor: “Hep
birlikte Allah’ın ipine sarılın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki
nimetini hatırlayın..” (Al-i İmrân: 103)
“Allah ve resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin,
sonra zayıflarsınız, gücünüz – devletiniz gider. Sabredin, kuşkusuz Allah
sabredenleri sever.” (Enfal: 46)
“Dinlerini parça parça eden ve kendileri de değişik gruplara
ayrılan kimselerle senin bir ilişiğin yoktur. Onların işleri Allah’ladır ve
sonra O kendilerine ne yaptıklarını bildirir.” (En’âm: 159)
Bugünkü İslâm ümmetinin hâline bir bakın! Bir taraftan İran
halkı Şiî diye ayrıştırıcı yaklaşımlar sergileniyor, diğer taraftan ise Sünnî
dünya kendi içinde çeşitli cemaat ve gruplara bölünmüş vaziyette. Cemaat ve
tarikatlar birbirlerini sevmez, birbirlerinin aleyhinde konuşur, birbirlerine
husumet beslerler. “Dinlerini parçalayıp gruplaşanlardan olmayın. Her grup,
müntesibi olduğu cemaat ile övünüp durur.” (Rûm: 32) Oysa birlikten,
dayanışmadan kuvvet doğar. Emperyalist ülkeler bugüne kadar etnik kökenlerimizin
farklılığını kullanarak bizi birbirimize kırdırdı. Şimdi ise mezhep
kışkırtıcılığı ile Şiî ve Sünnî Müslümanları birbirine kırdırmanın plânını
yapıyor. Bunu yapmasının tek nedeni sömürü düzenini devam ettirmek. Büyük
şeytan ABD’nin bölgemizde yapıp ettiği zulüm, katliam ve melanetleri
görüyorsunuz! Trump, “Ben petrolü çok seviyorum, askerlerimizi bu yüzden orada
tutuyoruz” diyor.
Böyle mi olmalıydı? Az önce söz konusu ettiğimiz Al-i İmran
Suresi’nin 110’ncu ayetinin gereği olarak biz dünya insanlığına örnek olacak
şekilde iyi işler yapmalıydık, değerlerimize, petrolümüze, kaynaklarımıza sahip
çıkmalıydık, mütegallibenin işgaline son vermeliydik, kötülükleri bertaraf
etmeliydik. Kısacası insanlarımızın güvenliğini, huzurunu ve refahını temin
edip “müellefe-i kûlub” olan dünya insanlığına da medeniyet ve uygarlığımızdan
istifade imkânı sunmalıydık. Ama bunun tam tersi olarak ümmetin başındaki nice
nam-ı diğer Firavunlar bize Batı’nın kokuşmuş medeniyetini getirip dayattılar.
Müstevlilere topraklarımızı açtılar. Onlar da ellerini-kollarını sallayarak
topraklarımıza yerleştiler. NATO’su ile, askeri üsleri ile gelip coğrafyamıza
çöreklendiler. Holdingleriyle, şirketleriyle ve markalarıyla zenginliklerimizi
hortumluyorlar. Biz de bir taraftan “boykot” deyip duruyoruz, diğer taraftan
bağırıyoruz, “İncirlik kapatılsın, Kürecik kapatılsın, NATO’dan çıkalım.” Hadi
şimdi kov kovabilirsen, hadi şimdi çıkar çıkarabilirsen!. Elbette her siyasî
lider Merhum Erbakan gibi dirayet gösteremiyor ki 25 Temmuz 1975 tarihinde
olduğu gibi ABD üslerine el koysun... Merhum Erbakan diyordu ki: “Tek çare
İslâm Birliği.” Bu aynı zamanda imanî vecibedir. Bu birlik sağlanmadığından
dolayı ümmet “sosyal şirk” içerisinde bulunmaktadır. Rabbim bizleri bu durumdan
kurtarsın ve ümmetin başındaki yöneticilere basiret versin....
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile
arayın ve O’nun yolunda çaba harcayın ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide: 35)
Bütün bu ilâhî delillerle açıklamalarda bulunduğumuz
hususlardan sonra dile getirmek istediğimiz o ki, mezhebî saikle düşmanlık
üreterek propaganda yapanlar çok büyük veballere girmektedir. Din âlimleri,
müntesiplerine vahdetten, kardeşlik bilincinden ve ümmet şuurundan söz etmesi
gerekirken ayrıştırıcı söylemlerde bulunmaları tevhid akidesine tezat teşkil
etmektedir. Vahdet ve ümmetin birliğinden en çok söz etmesi gerekenler âlimler
olması gerekirken bir siyaset adamı çıkıyor ömrünü İslâm Birliği’ne adıyor. Söz
konusu ettiğimiz Merhum Erbakan Hoca’mızdan başkası değil. Erbakan Hoca’mız,
bazı mezhep taassubu güden cemaat liderlerinin ve ABD’nin istememesine rağmen
başbakan olduğunda İslâm Birliği’ni tesis etmek amacıyla ilk yurtdışı
ziyaretini İran’a yapmıştı. İslâm Birliği’nin kısa vadeli projesi olan D-8’in
temelleri İran ziyareti ile atılmıştı. Erbakan Hoca’mızın ufku ve vizyonu
böylesine geniş bir perspektife sahipti. Erbakan Hoca’mız küresel güçlere karşı
İslâm Birliği’nin zaruretini en iyi bilen bir siyaset adamıydı. İslâm ümmetinin
57 parçaya bölünmüş olması Erbakan Hoca’mızı rahatsız eden en önemli husustu.
Bu yüzden 40 küsur yıllık siyasî hayatı boyunca İslâm Birliği deyip durdu ve bu
idealini hayata geçirmek için projeler üretip somut adımlar attı.
Allah Teâlâ’nın “Birlik olun” emrine ilişkin bu müspet
gelişmelerden Siyonist çete başta olmak üzere küresel güçler son derece
rahatsız olmuştu. Ne yapıp edip bu gelişmeye engel olunmalıydı! Aksi takdirde
İslâm Birliği tesis edilirse onların ümmet coğrafyası üzerindeki sömürü
düzenleri son bulacaktı. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisine sızmış olan
piyonlarını alelacele devreye sokup 28 Şubat Darbesi’ni yaptılar. Süreç
içerisinde darbeci generaller yargılandı ve rütbeleri söküldü. Fakat bu yeterli
değil. Asıl olarak onların engel olduğu D-8 projesinin günümüz siyasîleri
tarafından sahiplenilmesi ve hayata geçirilmesidir. Zira D-8 kapsamında
oluşturulan projede İslâm Birliği hedefleniyordu. Bu proje her şeyden önce
imana taallûk etmektedir.