Birkaç gün sonra Hattaboğlu Ömer Ebu Bekir'e, "Ali ve
dolayısıyla Haşimoğulları sana biat etmezse ileride sıkıntı yaşarsın, bana
birkaç kişilik müfreze ver gidip Ali'yi getireyim, sana biat etsin. O biat
ederse Haşimoğlları da eder." Bu talep üzerine Ebu Bekir denileni yapıyor.
Ömer yanında müfreze ile Fatıma'nın kapısına dayanıyor. Kapı hiddetle vurulması
üzerine Fatıma Validemiz kapıyı açıyor ve ne istediklerini soruyor. Ömer durumu
anlatınca, Fatıma Validemiz tepki ile Gadir-i Hum vasiyetini hatırlatıyor ve
kapıyı yüzlerine kapatıyor. Ömer yanındakilere emredip evin etrafına çalı çırpı
yığdırıyor. Ardından, eve doğru seslenerek, Ali ve Haşimoğulları dışarı
çıkmazsa evi yakacağına dair tehditler savuruyor. İmâm Ali muhatap olmak
istemediğinden olsa gerek kapıyı tekrar Fatıma Validemiz açıp, onlara
gitmelerini söylüyor ve kapıyı kapatıyor. Ömer hiddetle kapıyı vurunca Fatıma
Validemiz tekrar kapıyı açıp gitmelerini söylüyor ve kapıyı kapatma
teşebbüsünde bulununca Ömer hışımla kapıya tekme atıyor. Kapının arkasında
sıkışan Fatıma Validemiz olduğu yere yığılıp kalıyor. O ara arbedeyi duyan İmâm
Ali kapıdan dışarı çıkıp "Ne oluyor size" demesiyle birlikte müfreze
üzerine çullanıyor ve İmâm'ı yaka paça derdest ederek mescide götürüyorlar.
İçeri girdiklerinde İmâm, "Beni buraya niye getirdiniz?" diye
sorunca, Ömer hışımla kılıcını çekip, Ebu Bekir'e biat etmen için getirdik,
biat etmezsen hakkından kılıç gelir" diyerek tehditler savuruyor. Ebu
Bekir ise hemen ayağa kalkıp Ömer'e sakin olmasını söylüyor ve İmâm Ali'ye
dönerek, "Ya Ali, bu iş bir "oldu-bitti"ye geldi. Biat edersen
birliği sağlamış olursun, biat etmezsen de sen bilirsin" diyor. İmâm Ali
ise onlara Gadir-i Hum'u hatırlatıp, "Bu konuda Allah Resulü size kimi
vasiyet etti, onu bana söyleyin?" diyor. Orada bulunan Abdurrahman bin Afv
söz alarak "Ya Ali, sen haklısın" dediği hâlde yine de Ebu Bekir'e
biat etmesini istiyor. Ebu Bekir ise son söz olarak, "Ya Ali karar vermek
hususunda tercih senin, git düşün" diyor. Sonuçta İmâm Ali biat etmeden
dışarı çıkıyor. İmâm Ali, evine gittiğinde ise acı bir manzara ile
karşılaşıyor. Fatıma Validemiz hasta vaziyette düşük yapmış döşeğinde
yatıyor...
Sayın okuyucumuz bu aktarmış olduğumuz hadise ve Fatıma
Validemiz'in evinin yakılma teşebbüsü Ehl-i Sünnet kaynaklarında farklı bir
varyantla aktarılmaktadır. Ayrıca evin yakılma teşebbüsü Necip Fazıl'ın
"Hz. Ali" isimli eserinde de geçmektedir. Maksadımız burada İslâm
dünyasının bir kesimi üzerine halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek değil. Tarih
asla övgü ve sövgü aracı olmamalı. Her insanın doğruyu bilme hakkı vardır.
Evrensel insan temel hak ve özgürlüklerinden biri de budur. Ne yazık ki, bizim
resmî tarih literatürümümüzde olaylar iktidar cenahının kendi işlerine geldiği
şekliyle manipüle edilerek kayıt altına alınmış. Sonradan gelen kuşaklar da bu
tezviratların tesirinde kalarak muhalif pozisyonunda olanlara dışlayıcı bir
tutum içerinde kin duyar olmuş. Bu yüzden bugün bile Kerbelâ hadisesi İslâm
dünyasının büyük bir kesimi tarafından hâlâ anlaşılmış değildir. Bu itibarla Kerbelâ
vakasını idrak edebilmemiz için, Allah Resulü ahirete irtihâl etmesiyle
birlikte cereyan eden olayları kronolojik bir şekilde tahlil etmek
durumundayız. Bunu yaparken de Kur'an-ı Kerim'i ve Sevgili Peygamberimiz'in
siretini referans almalıyız. Ölçümüz bu olmalı. Yukarıdan beri aktardıklarımız
da bu minvâl üzeredir...
Bu olaydan sonra İmâm Ali evine kapanıp kendi deyimiyle, 25
yıl gözüne diken, boğazına kılçık batmışcasına sabrediyor. Bu ara Kûr'ân
ayetlerini nüzül sırasına göre tasnif ederek derliyor. Ayrıca toplum
maslahatını gözeterek ilk iki halifeye yönetim ve fıkhî kararlarda yardımcı
oluyor. Bazen bir haksız irtikâbta bulunduklarını görünce bizzat müdahale
ediyor, bazen de kendileri İmâm'a elçi gönderip çağırıyorlar ve meselenin hâlli
için Ali'den fetva soruyorlar. Bu durumlardan dolayı, Ehl-i Sünnet kaynakları
ilk iki halifeye kadılık, bugünkü deyimle danışmanlık yaptığı aktarılmaktadır.
Hatta yine Sünnî kaynaklarda 70 küsur yerde geçtiği üzere, ilk iki halife
itirafta bulunarak, "Eğer Ali'ye danışmasaydım yanlış karar vermekle
kendimi helâk edecektim" deyip bir gerçeğin de itirafında bulunmuş
oluyorlardı. O gerçeği Allah Teâlâ şöyle tasvir ediyor: "Kendilerine doğru
yol gösterilmediği süre doğruyu bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu bilen mi
uyulmaya layıktır?" (Yunus: 35) Aynı şekilde Nisa Sûresi'nin 58'nci
ayetinde Rabbimiz, "İşi ehil olana verin." diyor. Bakınız başta
Gadir-i Hum olmak üzere velayetle ilgili hadisler olmasa bile bu iki ayet bize
Ehl-i Beyt'in adresini veriyor. Ayrıca Şûra Sûresi'nin 23'ncü ayetinde Allah
Teâlâ hiçbir tevile mahâl vermeden Müslümanlara şu ilâhî hakikati emrediyor:
"Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret beklemiyorum,
ancak buna mukabil yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet göstermenizi istiyorum."
Ayette geçen "meveddet" kelimesi sevgi, saygı ve ihtiram anlamlarına
gelmekle birlikte asıl olarak siyasî rehberliği de ihtiva etmektedir. Yoksa
salt ve soyut olarak sevgi anlamına gelseydi aktaracağımız hadis-i şerife gerek
olmazdı. Çünkü sevgi sadece Ehl-i Beyt'i değil tüm ümmeti kapsamaktadır:
"İmân etmedikçe cennet giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş
olamazsınız." Sevgi böylesine şümulu olan bir olgudur. Meveddet ise nihai
olarak "siyasî rehberlik" anlamına gelmektedir. Ama ne yazık ki, ne
Sakife'de, ne Cemel'de, ne Sıffin'de, ne Nehrevan'da ve de ne Kerbelâ'da söz
konusu ayet ve söz konusu hadis dikkate alınmadı. Adete bu ayet ve hadisin
hilâfı emredilmiş gibi davrandılar. Oysa hem Allah Teâlâ ayetlerle, hem Sevgili
Peygamberimiz hadis-i şerifleriyle defaatle uyarıda bulunmuşlardı:
"Muhammed sadece bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçti.
Öyleyse, o ölür yahut öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi
döneceksiniz?" (Âl-i İmrân: 144)
"Sakın ola ki, benden sonra cahiliye dönemindeki gibi
birbirinize husumet beslemeyin, birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra
Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un
gemisi gibidir. Ona sığınan kurtuluşa erer, sırt çeviren helâk olur." Bu
uyarı karşısında biz de diyoruz ki, "Ey Allah'ın Resulü Sakife'de sadece
sırt çevirmekle yetinmediler, evlerini yakmaya teşebbüs ettiler. Cemel'de,
Sıffin'de, Nehrevan'da ise savaştılar, Kerbelâ'da ise soykırım yaptılar.
Kûr'ân'ın mesajına da Allah Resulü'nün sözlerine de kulak tıkadılar. Böyle mi
olmalıydı? Bu yüzden tarih boyunca İslâm ümmeti olması gerektiği yerde olmadı
ve gerçek İslâm medeniyetini tesis edemedi. Tarih boyunca ümmet hep zalim
sultanlar tarafından yönetildi. İlk iki halife birçok yanlışlarına rağmen yine
de İmâm Ali'nin murakabesinde yönetim sergilediler. Üçüncü halifenin döneminde
her şey şirazesinden çıktı. Allah Resulü'nün uyarısına rağmen Osman akrabaları
olan baba oğul Mervan ve Hakem'i Medine'ye sokmakla kalmadı bir de Ebu Bekir'in
müsadere ettiği Fedek hurmalığını ve Beyt'ül Mal'ın anahtarlarını teslim etti.
Sonunda Mısır'dan gelen 9 öfkeli gençle birlikte Medine halkı isyan etti ve
Osman'ı öldürdü. Akabinde Müslümanlar İmâm Ali'nin kapısına dayanarak,
"Biz ettik, sen etme" diyerek yalvarmaya başladılar. İmâm Ali ise
onlara, "Gidin başımdan, siz benim adalet anlayışıma dayanamazsınız"
diyerek itirazda bulunmuştu. Sonunda İmâm Ali'yi ikna edip halife seçtiler.
İmâm Ali'nin kapısına dayananlara söylediği şuydu: "Zalimden mazlumun hakkını
almak diye bir durum olmasa talebinizi kabul etmezdim."
İmâm'ın adalet anlayışına ilk itiraz edenler Talha ve
Zübeyir'di. Oysa İmâm'ın halife olması için en çok ısrar eden ve buna ilişkin
kamuoyu oluşturan onlardı. Meğer onların niyeti valilik kapmakmış. İmâm onları
o liyakatte görmediği için taleplerini kabul etmeyince, onlar izin isteyip
Mekke'ye gidiyorlar ve orada Aişe Validemiz'i İmâm Ali ile savaşmaya ikna
ediyorlar. Mekke'de zaten Ali düşmanı çok vardı. Birçoğunun yakınları Bedir
Savaşı'nda Ali tarafında cehenneme gönderilmişti. Aişe Validemiz, Talha ve
Zübeyir'in organizesi ile Ali düşmanlarından ufak çaplı bir ordu teşkil ederek
Basra'ya doğru yola koyuldular. Sonuçta Cemel Savaşı vuku buldu. Yenilenler de
kendileri oldu. İmâm Ali büyük bir alî cenaplık gösterip Aişe Validemiz'e en
ufak bir saygısızlık etmedi ve Aişe Validemiz kardeşi Muhammed bin Ebu Bekir'e
teslim edilerek Medine'ye gönderildi. Talha ve Zübeyir ise bu savaşta
birbirlerine düştü biri diğerini öldürdü. Bir başkası da onu öldürdü. (Sünnî
kaynaklara göre bu iki fitneci "Aşere-i mübeşşere'denmiş. Yani cennetle
müjdelenen on kişiden ikisi!)
İmâm Ali işbaşına geçtiğinde ilk yaptığı işlerden biri
liyakat sahibi olmayan ve sicili bozuk olan valileri azletmek oldu. Bunlardan
biri de Şam valisi Muaviye idi. Öyle ki, Allah Resulü Mekke'nin fethinden sonra
Müslüman olduklarını söyleyenlere güvenilmemesi gerektiğini bildirerek onlara
"Tuleka" (azad edilenler) statüsü vermiş ve onlara asla siyasî yetki
verilmemesini tembihlemişti. Bu uyarıya rağmen ikinci halife onu Şam'a vali
tayin etmişti. İmâm Ali Muaviye'yi azledince, Muaviye Osman'ın öldürülmesini
bahane ederek katillerin kendisine teslim edilmesini talep ediyor. Oysa Osman
arbede sonucu belli olmayan (faili mechûl) kişiler tarafında öldürülmüştü.
Muaviye'nin niyeti İmâm Ali'ye karşı savaşıp hilafeti ele geçirmekti. Nitekim
Şam ve civarından topladığı gençlerle bir ordu teşkil edip Sıffin Savaşı'nı
başlatmıştı. Üç buçuk ay süren bu savaşta binlerce sahabe ölmüştü. Muaviye tam
yenilmek üzere iken Amr bin As ismindeki bir hilebazın teklifi üzerine
mızrakların ucuna Kûr'ân sayfaları takılmış ve "Aramızda Kûr'ân hakem
olsun" dienilerek savaş sonlandırılmıştı. Oysa "Yaşayan/konuşan
Kûr'ân" (Kûr'ân-ı Natık) karşılarındaydı. Ne acıdır ki, İmâm Ali'nin
askerinin bir kısmı "hakem" olayının kabul edilmesi için baskı
yaperken bir kısmı da kabul edilmemesi için baskı yapıyordu. Sonuçta İmâm
Ali'nin tarafını temsil eden Musa Eşari Muaviye'nin temsilcisi Amr bin As'ın
oyununa geliyor ve ortalık karışıyor. Amr bin As Musa Eşari'ye "İkisini da
azledelim, sonra seçimimizi yaparız diyerek, "Sen yaşlısın önce sen
açıka" diyor. O da İmâm Ali'yi azlettiğini söyler söylemez Amr bin As,
"Bunun üzerine ben de Muaviye'yi halife ilân ediyorum" diyor. O ara
ortalık karışıyor ve taraflar kendi alanlarına çekiliyor. Üç buçuk ay süren
savaş böyle sona eriyor. Araya Ramazan giriyor ama İmâm Ali ordu komutanlarına
talimat verip savaş hazırlığı yapmalarını söylüyor. Bu hazırlık esnasında İmâm
Ali sabah namazı esnasında melun İbni Mülcem tarafından suikasta uğruyor.
Rivayetlere göre İmâm 18 Ramazan'da saldırıya maruz kalıyor ve üç gün yaralı
vaziyette yaşayıp 21 Ramazan'da ruhunu Rabbine teslim ediyor. İmâm Hasan
vazifeyi üstleniyor ve babasının vasiyeti üzerine orduyu hazırlamaya koyuluyor.
Bu durumu öğrenen Muaviye yüklü meblâlarla İmâm Hasan'ın bazı komutanlarını
satın alıyor. İmâm Hasan bütün uğraş ve çabasına rağmen ordu bir türlü
istenilen kapasitede hazırlanmıyor. Hatta bazı komutan ve askerler bizzat İmâm
Hasan'a saldırıp kendisini yaralıyor. Bu esnada Muaviye tam donanımlı büyük bir
ordu ile Kufe önlerine dayanıyor. İmâm Hasan'ın etrafında bir avuç sadık yareni
kalıyor. İmâm onlarla istişare yapıyor. O sadık yarenlerin hemen hemen hepsi,
"Kanımızın son damlasına kadar savaşalım" diyor. Ama İmâm Hasan öyle
düşünmüyor. "Velev ki hepimiz şehid olduk, sonra ne olacak? Kadınlarımız,
çocuklarımız ve yaşlılarımız ne olacak? Onlar en acımasız şekilde çocuk ve
yaşlılarımızı katlederler, kadınlarımızı ve kızlarımızı ise cariye yaparlar."
diyor. İmâm Hasan endişesinde haklıydı ve sonuçta sulh teklifini kabul etmek
zorunda kaldı. Muaviye bu konuda da yapacağını yapıp sulh maddelerini ihlâl
edip ayaklarının altına aldı. Sulh maddelerinden biri, Muaviye kendi yerine
veliaht bırakmayacak ve kendisinden sonra İmâm Hasan tekrar ümmetin başına
geçecek, İmâm Hasan'a bir şey olursa kardeşi İmâm Hüseyin halife olacak. Ancak
Muaviye İmâm Hasan'ı zehirletiyor ve oğlu Yezid'i veliaht ilân ediyor. Cuma
hutbelerinde ise İmâm Ali'ye lânet okutmaya başlıyor. Bu habis gelenek tam 85
yıl sürmüştü. Ömer bin Abdülaziz iktidara geldiğinde hutbelerde lânet okuma
geleneğini kaldırıyor ve yerine Nahl Sûresi'nin 90'ncı ayetinin okunmasını
emrediyor. İnsanlar Muaviye'nin hile ve dayatmalarına o kadar angaje olmuş ki,
lânet okuma kaldırılınca, "İmâm Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e lânet okunmadan
kılınan Cuma namazının kabul edilmeyeceğinin endişesine kapılıyorlar...
Muaviye ölmeden önce veliaht ilan ettiği oğluna nasihatte
bulunuyor: "Oğlum iki kişiden mutlaka biat almalısın. Bunlar Ömer'in oğlu
Abdullah ile Ali'nin oğlu Hüseyin'dir. Abdullah'ın sana zorluk çıkaracağını
sanmıyorum. Hüseyin'in ise sana biat etmek istemeyeceğini düşünüyorum. Zorluk
çıkarırsa onu hâl yoluna git." Yani "Hüseyin biat konusunda itiraz edecek
olursa onu öldür" diyor. Medine valisi aracılığı ile İmâm Hüseyin'den biat
etmesi isteniyor. İmâm topluluk huzurunda, Yezid gibi sarhoş birine asla biat
edilmemesi gerektiğini ilân ediyor ve başına gelecekleri tahmin ettiği için
aile efradıyla birlikte Hac için Mekke'ye doğru yola çıkıyor.
İmâm Hüseyin Mekke'ye vardığında Kufe'den Hac için gelen
insanlar kendisine heybeler dolusu davet mektubu veriyor. Mektupların içeriği
genel hatlarıyla, "Ey Aziz İmâmımız senden gelip başımıza geçmeni talep
ediyoruz. Bizi zalim Yezid'in zulümlerinden kurtar" türünden mesajlardı
bunlar. İmâm bu içerikteki davet mektupları karşısında kararını verip Hac
ibadetini yarıda bırakıp aile efradıyla birlikte Kufe'ye doğru yola çıkıyor.
Daha önce de durum değerlendirmesi için Müslim bin Akil'i Kufe'ye yolluyor.
Yezid'in valisi Ziyad Müslim bin Akil'in Kufe'ye geldiğini öğrenince kaldığı
eve operasyon yaptırıp Müslim bin Akil'i şehid ediyor.
İmâm yolda şair Ferazdak ile karşılaşıyor. İmâm kendisine
Kufe ve Kufe halkının psikolojik durumu ile ilgili soru sorunca Ferazdan İmâm'a
çok anlamlı bir söz söylüyor: "Ey Aziz İmâm, Kufe halkı kaypaktır, sözünde
durmaz, onlar sana sahip çıkmaz, onların kalbi senden yana olsa da kılıçları
Yezid'ten yanadır. Onlara güvenme." diyor. Buna rağmen İmâm sözünden ve
kararlılığından dönmeyip yola devam ediyor. Bir ara durumun vahametinden dolayı
yol arkadaşlarına "Üzerinizdeki biatımı kaldırdım. Yarın başımıza neler
gelecek bilmiyorum. İyisi mi siz gecenin karanlığında faydalanarak geri
dönün" diyor. Ayrıca şunu da ekleyerek, "Üzerinde kul hakkı olan
mutlaka geri dönsün" diyor. Bazı rivayetlerde bir kısım insanların geri
döndüğü aktarılıyor. Sonuçta İmâm Hüseyin aile efradı ve 72 yaranıyla Kerbelâ
denilen mevkiye varıyor ve burada konaklıyorlar. Bu esnada Yezid'in komutanı
Hür mahityetindeki askerlerle İmâm Hüseyin'i kuşatma altına alıyor ve onları
burada bekletiyor. Hür bu işin muhafaza amaçlı bir kuşatma olduğunu sanıyor. O
ara Yezid'in diğer bir ordu komutanı Ömer bin Saad komutasındaki askerlerle
İmâm Hüseyin'in konakladığı yere varıyor ve İmâm Hüseyin ile görüşüp Yezid'e
biat etmesini aksi takdirde ise kendisi ile savaşacaklarını söylüyor. Hür bu
işe şaşırıp Ömer bin Saad'a, "Biz İmâm Hüseyin ve yarenlerini muhafaza
için burada değil miyiz?" diyor. Ömer bin Saad Hür ile alay edercesine
cevaplar veriyor. Hür büyük bir hâyâl kırıklığı içinde kala kalıyor. Ömer bin
Saad biat konusunda ısrar ediyor. İmâm Hüseyin ise Yezid gibi bir meluna asla
biat etmeyeceğini söylüyor. Ve ekliyor, "Görüyorum ki, ceddim Muhammed'in
dini Emevî hanesi tarafında ters yüz edilmek isteniyor. Bu durum karşısında
benim durup bu soysuzların yaptıklarını seyretmem yakışık almaz. Şunu bilin ki,
kanımın pahasına ben ceddim Muhammed'in dinini ihya etmek için, emr-i maruf ve
nehy-i münker vazifemi ifa etmek için kıyam ettim. Eğer kanım akmadan ayakta
durmayacaksa ceddim Muhammed'in dini ey kılıçlar alın beni doğrayın
bedenimi" diyerek kararlılığını bir kez daha haykırmış oluyor. Taraflar
yerlerini almış artık savaş kaçınılmaz olmuştu. İmâm Hüseyin Ömer bin Saad'a
elçi gönderip bir gecelik müsade istemiş ve o geceyi aile efradı ve
yarenleriyle birlikte Allah Teâlâ'ya ibadet ve niyazla geçirmişlerdi. Ertesi
günü Aşûra dediğimiz 10 Muharrem'di. Artık İmâm Hüseyin ve yarenlerinin Allah
Teâlâ'ya vuslat zamanı gelmişti. Her bir yiğit büyük kahramanlıklar
sergileyerek sırası ile şehadet şerbetini içiyordu. İlk şehid olan Hür'den
başkası değildi. Zira savaş başlar başlamaz Hür safını değiştirip İmâm
Hüseyin'in yanında yerini almıştı...
Çadırlarda susuzluktan kıvranan çocuklar ve kadınlar vardı.
İmâm Hüseyin altı aylık kundaktaki bebeğini eline alıp havaya kaldırıyor ve
zalim düşmandan bir yudum su istiyor. O ara atılan bir ok kundaktaki bebeğin
boğazına saplanıyor. İmâm Hüseyin büyük acılar içerisinde avucuna dolan kanı
havaya savurarak, "Ya Rabbi bu kurbanı bizden kabul buyur" diyor. O
ara Abbas eline su tulumunu alıp düşmanın kontrolündeki Fırat nehrine doğru
atıyla hamle yapıyor. Abbas Fırat'a ulaşıp tulumu doldurmaya muvaffak oluyor.
Kendisi Fırat'tan su içmeye gönlü razı olmuyor ve vakit geçirmeden atını
mahmuzlayıp çadırlara doğru giderken zalim Yezid'in askerleri önünü kesip
kendisine saldırıyor. Bu saldırıda bir eli kopunca tulumu diğer eline alıp
hamle yapıyor ama ne çare diğer eline de kılıç darbesi yiyince tulumu ağzına
almaya çalışıyor. Ama o esnada o kadar darbelere maruz kalıyor ki, atından
düşüp orada şehid oluyor. At yalnız başına İmâm Hüseyin'in huzuruna gelince,
İmâm, "İşte şimdi belim kırıldı" diyor. İmâm Kerbelâ'da son nefer olarak
düşmana hışımla hamle yapıyor ve birçok düşman askerini cehenneme gönderdikten
sonra o da şehadet şerbetini içiyor. İmâm Hüseyi'in bacısı Zeynep Validemiz
abisinin naaşı başına gelip, "Ya Rabbi bu kurbanımızı bizden kabul
buyur" diyor. Evet, İmâm Hüseyin "Zıbhi Azim" (Büyük Kurban)
olarak 72 yaranıyla birlikte Kerbelâ çölünde tüm çağlara ve tüm nesillere
meşale olan destanı yazarak şehadet şerbetini içiyor. Bu ara düşman askerleri
çadırları ateşe verip talan ve yağma yapmaya başlıyorlar. Kadınların küpelerine
varasıya kadar değerli eşyalarını gasp ediyorlar. Hatta kız çocuklarının
küpelerini kulaklarını yırtarak alıyorlar. O ara hasta vaziyette yatmakta olan
İmâm Zeynel Abidin'e saldırıp onu öldürmek istiyorlar. Zeynep Validemiz hemen
askerlerin önüne geçip, "Beni öldürmeden ona bir şey yapamazsınız"
diyerek feryad ediyor. Son anda cinayetten vazgeçiyorlar.
Esir aldıkları kadınların el ve ayaklarına zincirler
vurularak Kufe'ye vali Ziyad'ın huzuruna götürülüyorlar. Yolda Kufe halkı kahır
içerisinde onları seyrediyor. Ertesi günü yine aynı şekilde el ve ayaklarına
zincirler vurulmuş vaziyette Şam'a doğru yola çıkarılıyorlar. Şam'a
geldiklerinde halk onları yuhalayıp üzerlerine taş toprak atıyor. Çünkü
Peygamber hanesi Şam halkına asi ve eşkiya olarak tanıtılmıştı. Şam'daki Emevî
sarayına varıp Yezid'in huzuruna çıkarıldıklarında, Yezid büyük bir sevinç
içerisinde tepsinin içinde duran İmâm Hüseyin'in mübarek başına elindeki asayla
vurup, "Ah Bedir'deki atalarım hatta olsa da onların nasıl intikamını
aldığımı görseler" diyor ve Seyyide Zeynep Validemiz'e dönüp,
"Gördünüz mü Kerbelâ'da Allah size ne yaptı" diyor. Seyyide Zeynep
Validemiz ise, "Ey melun oğlu melun, şunu bil ki, biz Kerbelâ'da Allah
Teâlâ'dan güzellikten başka bir şey görmedik" diyerek melun Yezid'e
ağzının payını veriyor. O ara minarelerden ezan sesi duyulmaktadır. Zeynep
Validemiz Yezid melununa seslenerek, "Ey melun görüyor ve duyuyorsun ki,
minarelerden ezan okunuyor. Ezanda, 'Muhammeden Resulullah' diye ismi geçen
senin değil benim dedemdir. Bu ezanlar okunduğu süre bil ki, sen asla emeline
ulaşmış olamayacaksın."
Sayın okuyucumuz, bazı savaş ve mücadeleler var ki zahiren
mağlubiyet olarak görülür, oysa o mağlubiyet olarak görülen hadiseden sonra
öylesine galibiyetler gelir ki, o galibiyet tarih boyunca Müslümanlar için
hatta erdem sahibi gayri müslimler için bile onur kaynağı olur. İşte Kerbelâ kıyamı
da böyledir. Çünkü kesin olan şu ki Kerbelâ'da kan kılıca galip gelmiştir.
Bugün Erbain yürüyüşlerine katılan insanlara bakıyoruz, ayni ile vaki (bizim
bizzat tanıklığımızla) gayri müslimlerin bile o yürüyüşe iştirak ettiklerini
gördük. Ama Yezid ve cenahına baktığımızda onların isimleri bile anılmıyor,
anlısalar bile lânetle anılıyorlar. Kerbelâ ve Şehşd-i Şûheda Şmâm Hüseyin'in
kıyamı ile ilgili bir başka husus ise özgürlük ve adalet yanlısı olan devrimci
kıyam erlerine ilham kaynağı olmasıdır. Nitekim İslâm Devrimi'nin lideri İmâm
Humeynî, "Biz ilhamımızı İmâm Hüseyin'den ve Kerbelâ'dan aldık demişti.
Evet, Kerbelâ Sakife'nin sonucudur. Sakife olmasaydı Kerbelâ
da olmazdı. Fakat Kerbelâ olmasaydı belki İslâm Devrimi de olmazdı. Olmazdı
çünkü İslâm medeniyeti mutahhar imâmların rehberliğindeki emin ellerde yoluna
devam ederdi ve dünyanın çehresi bugün olduğu gibi böyle hercümerc olmazdı. İki
milyar nüfus potansiyelimizle garantör devlet olarak dünyayı biz dizayn ediyor
olacaktık. Dünya halkları, bizim kontrol ve güvenliğimizde her türlü
çatışmadan, her türlü sömürü, baskı ve adaletsizlik ten uzak huzur içerisinde
bir hayat yaşıyor olacaklardı. Ahir kelâm: Elbette ki, İmâm Mehdi
Aleyhisselam'ın zuhuru ile Rabbimiz nûrunu tamamlayacaktır. Yeter ki O'nun (a.f)
neferi olarak "Direniş Cephesi'nin saflarında yerimizi almış olalım.
Vesselâm...