Amerikan medyası, Donald Trump'ın son yurtdışı
ziyaretlerinin amacının ticaret olduğunu belirtmiş ve bu ziyaretlerdeki ülkeler
olan Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin seçilmesinin
ekonomik nedenlere dayandığını savunmuştu. Washington’un stratejik ve
diplomatik yaklaşımlarının yerini ekonomik çıkarların aldığı vurgulanmıştı.
Körfez bölgesindeki para saçan ülkeler Trump’ın ikinci dönemindeki ilk yurtdışı
durakları olmuştu (Papa’nın cenaze töreni için Vatikan’a yaptığı yolculuk
hariç). Bu ziyaretler, Trump’ın Arap parasına olan ilgisini ve ev sahibi
ülkelerin ona sunduğu şatafatı ortaya koydu. Trump geldi, “sağdı” ve gitti;
geride ise özellikle Bin Selman liderliğindeki Suudi rejiminin sırtına büyük
harcamalar bıraktı.
Reuters’in iki kaynağa dayandırdığı haberine göre, Aramco
şirketi, nakit sağlamak amacıyla bazı varlıklarını satmayı değerlendiriyor. Bu
adım, şirketin uluslararası alandaki varlığını artırma ve ham petrol
fiyatlarındaki düşüşün etkilerini aşma çabasıyla atılıyor. Dünyanın en büyük
petrol üreticisi olan Aramco, Suudi rejiminin ana gelir kaynağı konumunda.
Şirketin, kâr payı dağıtımını yaklaşık üçte bir oranında azaltması planlanıyor.
Bu karar, petrol fiyatlarının düşüşü nedeniyle yaşanan gelir azalmasının ardından
alındı.
Suudi Arabistan Maliye Bakanlığı'nın açıklamasına göre,
ülkenin kamu borcu 2025 ilk çeyrek sonunda 1.1 trilyon riyali aşarak geçen yıla
göre dikkate değer bir artış gösterdi. Bu borç miktarı, petrol gelirlerindeki
düşüşle birlikte, hükümetin “2030 Vizyonu” adlı iddialı ekonomik dönüşüm
projeleri için yaptığı yüksek harcamalarla da bağlantılı. Bu durum, Suudi
Arabistan’ın giderek daha fazla borçlanmaya ve stratejik varlıklarını elden
çıkarmaya yöneldiğini gösteriyor. Bu da uzun vadede ülkenin ekonomik bağımsızlığını
tehdit edebilir. Nitekim, bölgede dolaşan “büyük haraççı”nın ziyaretinden sonra
Suudi rejimi, eksik olan parayı tamamlamak için Aramco’ya muhtaç hale geldi!
Bir dönem bazı iç siyasi çevrelerin “bölgenin yeni kalkınma
modeli” olarak göstermeye çalıştığı Suudi Arabistan, artık bir ekonomik krizin
eşiğinde. Bu kriz ne savaşın ne de yaptırımların sonucu; tamamen tek taraflı
hayalciliğin, aceleci kararların, istikrarsız petrol gelirlerine bağımlılığın
ve Trump’a verilen tavizlerin bir sonucu. Bin Selman, petrol dışı ekonomiye
geçiş vaadiyle başlattığı “2030 Vizyonu” projesini finanse edebilmek için, eski
gelir kaynağı olan Aramco’ya dönmek zorunda kaldı ve hatta şirketin
varlıklarını satmayı gündeme aldı. Bu da gösteriyor ki söz konusu vizyon,
yaratıcı bir stratejiden ziyade bir seraba benziyor.
Batı medyası, bazı yerli medya organlarımızın aksine, Suudi
Arabistan’ın durumunu süslemeye çalışmıyor. Reuters’in haberinde Suudi
rejiminin ağır borcu, petrol fiyatlarındaki düşüşten kaynaklı ekonomik baskılar
ve ulusal petrol şirketinin hisselerinin satılması gibi adımlar açıkça dile
getiriliyor. Bir zamanlar “sorunsuz modernleşmenin” sembolü olarak lanse edilen
bu ülke, şimdi ekonomik bağımlılığın, borç artışının ve stratejik kaynakların
elden çıkarılmasının örneği haline geldi.
Daha da çarpıcı olan şu ki, yıllardır İran'daki bazı yerli
siyasetçiler, Suudi modelini İran için reçete olarak sunuyorlardı: Şöyle ki
önerdikleri, Riyad merkezli ekonomik dönüşüm, özelleştirme, yaşam tarzı
değişimi ve ABD ile ilişki kurma modeliydi. Şimdi o Suudi Arabistan, Trump
tarafından “sağılmış”, “Neom” ve “Line” gibi gösterişli projelere aşırı
harcamalar yapmış ve 290 milyar dolarlık borçla kriz sınırına dayanmış durumda.
Bu durum, bir modelden çok bir uyarıdır: Sürdürülebilir üretime dayanmayan, net
ekonomik planı olmayan ve bölgesel siyasi gerçeklikleri göz ardı eden
modernleşme; parıltılı bir vitrin gibi gelip geçicidir ve eninde sonunda çöker.
Artık belki de “başarılı Körfez ülkeleri” hakkındaki ithal sloganları tekrar
etmek yerine, sahadaki gerçekliklere odaklanmanın zamanı gelmiştir: Suudi
Arabistan’dan model çıkmaz; olsa olsa kriz makyajlı bir kalkınma örneği olur.
Son olarak şu noktayı da hatırlatmak gerekir: Suudi
Arabistan baştan beri bir millet temelinde değil; kabilecilikle dış desteklerin
yapay birleşimi sonucu kurulmuştur. 1920’li yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun
dağılmasının ardından oluşan güç boşluğunda, “Britanya” ve Al-i Suud ailesi
arasındaki jeopolitik anlaşmaların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ne tarihsel
bir halk iradesi ne ortak kültürel hafıza ne de ulusal düzeyde kurumsal veya
siyasal katılım geçmişi olan bir yapıydı. Güvenlik ve mali destek açısından
önce Britanya’ya, sonra ABD’ye sürekli olarak bağımlı kalmıştır. Başka bir
deyişle, Suudi Arabistan bir “ulus-devlet” olmaktan çok, dış güçlere yaslanan
mezhepsel (Vahhabi)-kabilevi bir yapıydı. Bugünkü ekonomik krizi – ki artık
milli petrol şirketini bile satışa zorluyor – bu yapısal bağımlılığı net
şekilde gözler önüne seriyor.